ToLgahan Sayışman & Berrak Tüzünataç Fan
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:24 pm

LÜTFEN KAYNAK GÖSTERİNİZ AKSİ TAKTİRDE MESAJINIZ SİLİNECEKTİR


En son GeM-VaMus tarafından C.tesi Tem. 04, 2009 9:26 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:25 pm

Makedonyadan Anadoluya Göç

1912-1913 Balkan Savaşları, tıpkı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı gibi Rumeli Türklüğünün bozgunu oldu. Bu savata Çatalca'ya kadar ilerleyen Bulgar orduları ve onlara yardım eden Bulgar komitacıları, Trakya'da ve Makedonya'da katliamlar yaptılar. Bu katliamlarda can veren masum Türk halk kitlelerinin kesin sayısını bilen yok. Belki hiçbir zaman tam bilinemeyecek. Anap adlı Macar gazetesinin Şubat 1913 günkü sayısında yayımlanan bir rapora göre, Makedonya'da 60.000 Arnavut ve 40.000 Türk öldürülmüştü. Toplam 100.000 Müslüman yalnız Makedonya'da kılıçtan geçirilmiş.

Doğu ve Batı Trakya'da da en az o kadar Türk Müslümanın öldürülmüş olabileceği akla yakındır. Çünkü Bulgar orduları Trakya'da koyu Türk bölgelerini çiğneyip geçmişlerdir ve savaş hukuku kurallarına uymamışlardır. Kısacası, Balkan Savaşında yaklaşık 200.000 Türk Müslümanın öldürüldüğünü söylemek pek yanlış olmaz.

Sistematik katliamlar karşısında, tüm Trakya ve Makedonya Türkleri bir kez daha yerlerinden söküldüler. Canlarını kurtarabilmek için yüz binlerce Rumeli Türkü Anadolu'ya sığınmak için göç yollarına döküldü. Balkan Savaşı göçmenlerinin kesin sayısını da bilmiyoruz. Bir kaynağa göre, Bulgar işgaline düşen Batı Trakya'dan 200.000 kadar Türk, yerlerinden kaçıp Osmanlı topraklarına sığınmışlardır. Makedonya'dan da 240.000 Türk göç etmiştir. Böylece Balkan Savaşında toplam 440.000 kadar Türk, Makedonya ve Trakya'dan Anadolu'ya göç etmiştir (Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya’da Millî Mücadele - I, Ankara, 1955).

Aynı dönemde Balkanlar’ın başka yörelerinden kopan göçmenler de hesaba katılırsa, Balkan Savaşlarında yaklaşık bir milyon kadar Rumeli Türkünün yurtlarından sökülüp atıldığı, bu kitlenin 200.000 kadarının savaş sırasında can verdiği, geri kalanın da Anadolu'ya sığındığı söylenebilir.

Metin kaynağı: bg-turk.com
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:26 pm

MAKEDONYA'DA YASAYAN TÜRKLER


Nüfus: 91.500

Bulundukları Baslıca sehirler: Üsküp, Manastır, Gostivar, Kalkandelen, Ohri, Resne.

İlk Göç: 14.yy.

Bölgedeki Türk Toplulukları: Bulgaristan Türkleri

Siyasi ve idari konumları: Bulundukları ülkenin idari yapısına uymaktadırlar. Kosova ve Sancak'ta Türk Demokratik Birligi Hareketi Türkler'i temsil etmektedir.

Makedonya'dan bir çok kavim gelip geçmistir. Hunlar, Avarlar, Kumanlar, Peçenekler ve Osmanlı Türkleri uzun süre bölgede yasamıslardır. 1300 yılından sonra da Anadolu'dan Makedonya'ya çok sayıda Türk göçmen yerlestirilmistir. 1953 yılında, Makedonya'da 203.000 Türk yasarken bu nüfus bugün 97.500'e inmiştir.

Makedonya'da Türkler tarım, hayvancılık ve ticaretle ugrasmaktadırlar.

Makedonya'da bugün ''Türk Demokratik Birligi'' kurulmus ve bölgede yasayan Türkleri temsil etmektedir. Makedonya'da Türkçe gazete, dergi yayınlanmakta olup, aynı zamanda Türkçe radyo yayınları da yapılmaktadır.

Makedonya'da Türkler arasında egitim Türkçe'dir. Dogu Makedonya'da dört yıllık Türkçe egitim alma hakkı vardır. Halen mevcut ilkögretim kurumlarında 264 ögretmen görev yapmaktadır. Gostivar'da bir genel lise ve bir meslek lisesi ile Kalkandelen'de bir meslek lisesinde Türkçe ögretim yapılmaktadır. Üsküp'te de bir lisede Türkçe ögretim verilmektedir. Üsküp ve Manastır Üniversitesinde Türklere çok az bir kontenjan ayrılmaktadır. Ülkede ayrıca Türk özel tesebbüsünün açtıgı Türk okulları vardır. Makedonya Türkleri bu okullara yogun ilgi göstermektedir. Ayrıca, Kosova ve Sancak bölgesinde de Türklerin sayısı 2.000'e ulasmıstır. Burada Türkler Türkçe egitim görmekte olup en çok Pristine kentinde toplanmıslardır.

Alıntı: http://www.nihalatsiz.org/makedonyaturkleri.html
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:26 pm


-IX. Saruhan-Ilinden Sag Kol'a Göç ve Sürgünler

Osmanlı padisahları ve devlet adamları Anadolu'nun insan kaynagını çok iyi tanıyorlardı. Öncelikle, hareket yetenegi yüksek olan göçerleri ele aldılar. Toplumun huzuru bakımından bu karar son derece önemliydi. Sipahi, yaya, müsellem, vakıf gibi bir kuruma baglı olan ve vergisini ödeyen yerlesik nüfusun hukuki durumu degistirilmedi. Batı Anadolu'da kalabalık olan Yürük grupları arasında ilk göçürülenler Karesi Bölgesinde konaklayanlar oldu. Bunlar daha Süleyman Pasa tarafından Gelibolu'ya iskan edilmislerdi (1356-1357). 1374-75 yıllarında Lala Sahin Pasa Drama, Serez ve Karaferya'yı fethettikten sonra Saruhan' daki göçerlerin bir kısmı buraya nakledildi.

Yıldırım Bayezid Batı Anadolu harekatı sırasında (1390) Saruhan Beyligini Osmanlı topraklarına dahil etti. Padisah buradaki nüfus yogunlugunu azaltmak ve fethedilen bölgenin nüfusunun yerini degistirmek gelenegine uyarak Saruhan bölgesinde oturan Yürükleri Rumeli'ye geçirdi. Bu durumda Saruhan ili, Karesi'den sonra göç veren ikinci bölge oldu.

Osmanlı Devleti, Türkmen Beyliklerinin topraklarını fethettikçe beylik mensubu olan yerlesik ve göçerlerle önemli sorunlar yasamıstır. Bunlar kendi beylerinden uzaklasmak istememisler, Osmanlıyı benimsememislerdir. Bu durum daha sonraki yüzyıllarda da devam etmis, her biri Saruhanlı, Dülkadirli, Karamanlı olarak kalmaga devam etmistir. Bu nedenle Osmanlı sınırları içinde yer almalarına ragmen Batı Anadolu'daki Türkmen beyliklerinin topraklarında oturan halk bir süre sonra Osmanlı Devleti için sorun olmus ve bu durum devam etmistir. Çok yogun biçimde göçebe nüfus barındıran bölgede asiret gelenegi hakimdi ve asiret mensupları merkezi otoriteyi kabul etmek yerine kendi asiret reislerinin sözlerinden dısarı çıkmak istemiyorlardı. Yıldırım Bayezid, göçerleri verimli ve genis Rumeli topraklarına göndererek çözüm üretmek istedi. Devlet, Osmanlı hizmetine girmis olan Anadolu Beylikleri yöneticilerini de Rumeli'de çesitli görevlere tayin ederek bir taraftan onları onurlandırmıs diger taraftan eski hakimiyet alanlarından uzaklastırmıs oldu. Anadolu'da Türkmen Beylikleri Osmanlı sınırına dahil olduktan sonra uyum saglayamayan beylik halkı zaman zaman Rumeli'ye geçirilerek iskan edildi.

Kronikler, genellikle Saruhan'dan sol kola yapılan göçlerden söz etmekte, sag kola yapılan göçlerin üzerinde durmamaktadır. Sag koldaki iskan hareketi daha Rumeli Beylerbeyi Lala Sahin Pasa ve Kara Timurtas Pasanın askeri faaliyeti sırasında baslamıstı. Buna ragmen Saruhan ilinden sag kola göç ancak Osmanlı Devleti Saruhan Beyligine sahip olduktan sonra yogun sekilde gerçeklesti. Önce gelenler daha ziyade askeri faaliyet içinde yer almıs olan beylik mensuplarıydı.


Yıldırım Bayezid'in Sürgün Emri ve Uygulanması

Yıldırım Bayezid 1390 yılında Saruhan Ilini topraklarına ilave ettikten sonra oglu Sehzade Ertugrul'u buraya Sancakbeyi tayin etti. Saruhan bölgesi; göçerlerin çok yogun yasadıgı bölge olması, asiretlerin otorite tanımaz olması, öte yandan tuz yasagına uymamaları Yıldırım Bayezid'in yeni fethettigi bölge halkı için sürgün kararı almasına neden oldu. Babasının emri ile Sancakbeyi olan Sehzade Ertugrul Çelebi sürgün uygulamasını baslattı. Kroniklerde verilen bilgiye göre Sehzade Ertugrul; "Kavmin ulusu Pasa Yigit Bey" baskanlıgında göçerleri Filibe yöresine gönderdi.

Asık Pasa-zade sürgün olayının onur kırıcı oldugunu, ancak bir yerin imarı ve mamur hale gelmesi için bu yöntemin padisahlar tarafından uyguladıgını hüzünlü bir ifade ile anlatmıstır.


Kanundur padisahlar sürgün ede / Ki yani bir dahi El mamur ede,
Ve gerçe incünür halk ol seferden / Bu tanrı takdiridir dahi ne de,
Gözetsen takdiri hos muti olsa / Olur rahat ki ol nasibüm ede.


Sehzade Ertugrul'un vefatından sonra Saruhan sancakbeyi olan Sehzade Süleyman zamanında da Saruhan ilinden Rumeli'ye sürgün seklinde büyük çaplı göç hareketi gerçeklesti. "Göçer evler" bizzat Yıldırım Bayezid'in emri ile sehzade tarafından gönderiliyordu. Sürgün göçmenler bütün Rumeli'ye yerlestirildi.

Kroniklerde Sag Kol'a yapılmıs olan sürgün ve iskana deginilmemis olmasına ragmen Rumeli'nin haritası sayılan bir Tapu Tahrir Defterinde sürgünler hakkında genis bilgi bulunmaktadır. Kanuni döneminde düzenlenmis olan bu defterde Sag Kolda yer alan Aydos, Pravadı, Varna, Hacı-oglu Pazarı kazalarında bulunan köylere Saruhan ilinden kaçar hane sürgünün yerlestirildigi kaydedilmistir. Bu bilgi, Saruhan bölgesinden Sag Kol'a da yogun nüfus nakli oldugunun açık isaretidir. Sürgünler genellikle 10 haneyi geçmeyen gruplar halinde yerlestirilmistir. Bazı hallerde köy ve mezralara iskan edilenler birlikte yazılmıs, bu durumda dahi iskan edilen hane sayısının toplam 14 - 15 haneyi geçmedigi görülmektedir. Saruhan ilinden ilk gönderilenler daha önce belirtildigi gibi ilk göçmenler disiplinsiz davranısları ve yörede uygulanan "tuz yasagına" karsı çıkan göçerlerdi. Devlet bu yöntemle bir taraftan Batı Anadolu'daki nüfus yogunlugunu azaltıp asayisi saglarken öte yandan Rumeli'nin iskanı ve senlendirilmesi isini gerçeklestirmis oluyordu.

Sag koldaki iskan yerleri toponimik olarak incelendigi zaman köylerin adlarının Saruhan'daki yerlerin adı, çesitli su kaynakları ve sahıs adları ile dogrudan iliskili oldugu görülmektedir. Kara Murad Pınarı, Ak Kuyu, Osman Pınarı, Yunus Pınarı... gibi.


Sag Kolda Sürgün Zeameti

Adı geçen Tapu Tahrir Defterinde Sag kola yapılan sürgünlerin hukuki statüsü ve uymaları gereken kanun maddeleri açıkça belirtilmistir. Sag kolun en büyük sancaklarından olan Silistre sancagının Pravadı kazasında 1025 sürgün hanesinin baglı oldugu ayrı bir idari birim kurulmustur. Burası "sürgünler zeameti" adı ile kayda geçirilmistir. Kayıtta "Zeamet-i sürgünan ki, zikrolunan taife bundan evvel Anadolu'dan Dobruca'ya sürgün gelüb, çiftlüsünden on iki ve çiftsüzünden altısar akça ve yüz koyundan bir koyun vermek vaz'olunub sair avarrız-ı divaniyeden muaf ve müsellem olalar, deyu defter-i köhnede mukayyed olınub ellerinde selatin-i maziyeden ve padisahımız sultan Selim Sah e'azzallahü ensarehu hazretlerinden müteaddit hükümleri oldugu..." açıklanmıstır. Sürgünler prensip olarak aynı köyde yogunlasamayacagına göre çesitli köylere dagıtılmıs olmaları dogaldır. I. Selim (1512 - 1520) devrinde düzenlenmis olan Silistre kanunnamesinde, sürgünlerin haklarının "benim sürgünümdür" diyerek Sürgün Subasısı tarafından korunacagı belirtilmistir. Kanunnamede açıklandıgına göre bir göçmenin sürgün taifesinden sayılabilmesi için Anadolu'dan gelmis olması ve hakiki sürgünün akrabasından bulunması gerekiyordu. Rumeli'den gelenlerle kafir iken Müslüman olup sürgünlere katılanların sürgünlere tanınan haklardan yararlanmasına izin verilmiyordu. Sürgün akrabası olmayanların hangi tımarda yerlesmisse oradan ayrılması olanaksızdı. Açıkça görüldügü gibi sürgün konusu tamamen devlet denetiminde bulunuyordu. Pravadı merkezli Sürgün Zaim'liginin sorumlu kisisi Sürgün Subasısıydı.

Rumeli'nin iskanı XIV. Yüzyılın ortasında baslamıs, ancak kısa zamanda tamamlanamamıstır. Devlet iskanı önce Balkanları senlendirmek amacıyla baslatmıstır. 1444 yılında Varna savasından önce bölge Haçlı orduları tarafından tamamen yakılıp yagmalanmıstı. Türkler bölgeye yerleseli henüz yarım yüzyıl bile olmamısken köylerini terk etmek zorunda kalmıslardı. Savas bitip geri döndüklerinde köylerinin izini bile bulamamıslardı. Varna savasını takip eden yıllarda Kuzeydogu Bulgaristan'a yeniden nüfus nakline baslandı.

Daha sonraki yıllarda Anadolu'daki bazı ayaklanmaları bastırmak ve muhalif toplulukları dagıtmak, aynı hareketi tekrarlayacak nüveyi yok etmek amacı ile topluluklar sürgün seklinde Rumeli'ye gönderildi. Uygulanan yöntem ne olursa olsun Kuzeydogu Bulgaristan'ın kırsal kesiminde Türk nüfusun yogunlugu artmıstır. Kentlerde Türklerin sayısı, oran olarak kırsal kesimin gerisinde kalmıstır. En yogun iskan bölgesi Dobruca ve Deliorman olmustur.

II. Bayezid zamanında yapılan sayımda, takip eden yüzyıllardaki kayıtlarda veya XIX. yüzyılda yapılan nüfus sayımlarında özellikle Balkanların kuzey-dogusunda, Dobruca ve Deliorman'da bulunan köylerin tamamına yakınının Türkçe adlar tasıdıgı görülmektedir. Tuna nehri ile Balkan Dagları arasına yerlestirilen ve geri hizmet kurumu olarak Yürükler yörede Türk ve Müslüman nüfusun yogunlugunu daha da arttırmıstır.

Rumeli'ye gelenlerin tamamı sürgün seklinde gelmemistir. Askeri bir hizmet olan Yürük Teskilatı içinde tayin edildikleri yerlere gelenler oldugu gibi çevre kosullarının degismesi ile göç etmek zorunda kalanlar da olmustur. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ayaklanmaları, Sahkulu Ayaklanması ve Saruhan Bölgesinde suhte ve celali olayları sırasında da halk köyleri bosaltmıstı. Bunların arasında da Rumeli'ye göç edenler olmustu. Bütün iskanlar ve Anadolu'dan Rumeli'ye dogru olan nüfus hareketi göz önüne alındıgında Balkanlara Türk nüfusun iskanının sürekli oldugu sonucu ortaya çıkmaktadır. Vaktiyle Anadolu'ya gelen göçmenler Anadolu'yu garipler sıgınagı, rahat yuvası, kimsesizlerin diyarı saymıslardı. Simdi göçmenler için Rumeli aynı anlamı tasıyordu.

Çandarlı Ali Pasanın seferinden sonra Sag Kol'da askeri faaliyet tamamlanmıs (1388), Çanakkale Bogazından Tuna Nehrine kadar genis ve bereketli topraklara sahip olunmustu. Bu toprakların büyüklügü Osmanlının Anadolu topraklarından çok daha genisti. Ancak bos alanların nüfuslandırılması gerekiyordu.


Saruhan Köylerinden Sag Kol'a Iskan

Sag Kol'daki köyler incelendiginde köy adlarının çogunun Saruhan Ilindekilerle aynı adı tasıdıgı görülmektedir. Köy adlarını üç baslık altında toplamak mümkün olmaktadır. Birincisi Saruhandakilerle aynı baba, dede ve seyhlerin adını tasıyanlar, ikincisi Saruhan Beyliginin ünlülerinin ve asiretlerin adını tasıyanlar ve son olarak çevre kosullarından ve su kaynaklarından etkilenerek konulan adlardır.

A - Baba, dede ve seyhlerin adını tasıyan köyler: Pek çogu unutulmus veya bunlara Bulgarca ad verilmis olmasına ragmen, halen Sag kolda bulunan köy adları arasında baba, dede ve seyhlere adanmıs çok sayıda köy bulunmaktadır. Kozluca Baba, Hüssam Dede, Mentes Baba, Sindel Baba, Pir Can Baba bunlar arasında sayılabilir. Günümüzde hemen hemen hiç bir köyde tekke ve türbe izine tesadüf edilmemektedir. Tekke Kozluca gibi "tekke" adını korumus olan köyler arasında bile, köylüler Tekke kelimesinin niçin korunmus oldugunu bilmemektedir.

Bu köyler için pek çok örnek bulunmaktadır. Bir kaza merkezi olan Kozluca, Tavsan Kozluca ve Tekke Kozluca. Saruhan Ilinde bulunan Kozluca Baba'ya manevi olarak adanmıs yerlesim yerleriydi. Yogun olarak Saruhanlıların iskan edildigi yerde; kaza merkezine bes ila on kilometre mesafede iki tane daha Kozluca köyünün bulunması Kozluca Baba ile manevi bagı olan yürüklerin yeni topraklarıyla daha kolay bütünlesmesini saglamıstır. Kutsal saydıkları ve geldikleri yerleri kesin olarak belirterek sürgün ve göçün yıpratıcı ve yalnızlık duygusundan kurtulmuslardır. Anadolu ve Rumeli Eyaletinde söz konusu kaza ve köylerden baska Kozluca Baba'ya adanmıs çok sayıda köy bulunmaktadır.

Hüssam Dede köyüne ise Manisa'da Muradiye camii vakıfları arasında bulunan Hüssam Dede köyünden gelenler yerlestirilmistir. Her iki köy de adını Hüssam Sah'tan almıstır. Iskan tarihinde seyhlerin önemini göstermesi bakımından son derece dikkat çekici bir örnektir.

Küçük Abdal tarafından kaleme alınan menakıbnameye göre Kalenderi seyhlerinden olan Otman Baba'nın asıl adı Hüssam Sah'tır. Menakıbnameye göre Otman Baba H.780 / 1378 tarihinde dogmustur. Bazılarının Gani Baba, Hüssam Dede de dedikleri Hüssam Sah H.883 / 1478'de yüz yasını geçtigi halde ölmüs, öldükten sonra hilafet "Ibrahim-i sani" de denilen Akyazılı Sultan'a geçmistir.

Rivayete göre Otman Baba daha çok gençken, Timur'un Anadolu'yu istilası sırasında Anadolu'ya ayak basmıs, Germiyan ve Saruhan havalisinde uzun süre dolasmıs ve hatta II. Mehmed'in sehzadeligindeki Manisa valiligi sırasında burada bulunmustur. Yaz aylarında Gelibolu'dan Dobruca'ya kadar kasaba ve köylerde dolasarak kurban topladıgı bilinmektedir. Otman Baba bazı yıllar kıs aylarını Varna'daki zaviyesinde geçiriyordu. Bu zaviye; Hüssam Dede köyü ile komsu olan Batova köyünde bulunan ve daha sonra Akyazılı'nın adı ile anılacak olan zaviyedir. Hüssam Dede ile ilgili bilgiler ısıgında Anadolu'dan Rumeli'ye göç incelendiginde, Rumeli'ye göçün XV. yüzyılın ikinci yarısında da devam ettigi görülmektedir.

Hüssam Dede ile iliskisi nedeniyle Akyazılı Sultan Tekkesine deginmek gerekmektedir. Akyazılı Sultan Tekkesi, Kozluca Kazasının Hüssam Baba köyüne sınır olan Üsenli köyünden geçen Botova nehrinin olusturdugu vadinin yamacında yer almıstır.

Evliya Çelebi 1652'de tekkeyi ziyaret ettigi zaman menakıb'den yararlanarak Akyazılı Sultan'ın hayatı, kisiligi ve tekke hakkında genis bilgi vermistir. Akyazılı'nın Ahmed Yesevi'ye baglı ve Hacı Bektas Veli halifelerinden oldugunu, önce Bursa'ya daha sonra Rumeli'ye gittigini belirtmis, yüz yıl kadar yasadıktan sonra II. Murad zamanında öldügünü kaydetmistir.

KAYNAK:www.balkanlar.net
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:27 pm

PADISAH 2. ABDÜLHAMİT

Osmanlı padisahlarının 34.sü ve Islam halifelerinin 99.su.

Saltanatı: 1876-1908
Babası: Abdülmecid Han - Annesi: Tir-i Müjgan Sultan
Dogumu: 21 Eylül 1842 - Vefatı: 10 Subat 1918

Çok iyi bir tahsil görerek din ilimlerini ve Fransızcayı mükemmel bir sekilde ögrendi. Amcası Abdülaziz Han onu Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü. Abdülaziz Han'ı tahttan indirip sehit ettiren, böylece Osmanlı Devleti'nde idareyi ele geçirin batı kuklası bazı pasalar, V. Murat'ın suurunun bozulması üzerine, devlet islerine karısmaması ve yalnız millet meclisinin çıkaracagı kanunlara göre hareket etmesi sartıyla, Abdülhamid Han'ı sultan ilan ettiler.

Tahta çıktıgında Osmanlı Devleti tam bir bunalımın esigindeydi. Karadag ve Sırbistan'da savas aleyhimize dönmüs, Bosna-Hersek ve Girit'te ayaklanmalar çıkmıs, mali kriz son haddine varmıstı. Bu arada sadrazam Mithat Pasa ve arkadaslarının istegi üzerine 23 Aralık 1876'da Birinci Mesrutiyet ilan edildi. Ancak gayrimüslimlerin dahi yer aldıgı Meclis-i Mebusan'ın ilk isi Rusya'ya harp ilanı oldu. 93 harbi diye tarihe geçen bu savas, Osmanlı Devleti için tam bir felaket getirdi. Ruslar Istanbul önlerine kadar geldi. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan'dan Istanbul'a hicret etti. Mütareke isteyen Sultan Abdülhamid, ilk is olarak devleti parçalanma ve yok olma yoluna dogru götüren Meclis-i Mebusan'ı kapattı (13 Subat 1878) ve devlet idaresini eline aldı. Ayastefanos antlasması ile Osmanlı Devleti Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli, Kars, Ardahan ve Batum'u kaybediyordu. Ancak Ingiltere ile anlasan Abdülhamid Han, Kıbrıs'ın idaresini onlara bırakmak sartıyla, yeniden topladıgı Berlin Konferansı'nda kaybedilen toprakların bir kısmına sahip oldu.

Abdülhamid Han büyük meseleler karsısında bunalan Osmanlı Devleti'ni bundan sonra dahiyane bir siyaset, adalet ve fevkalade bir kudretle yönetti. Düyun-u Umumiye idaresini kurarak iki yüz elli iki milyon tutan devlet borçlarını yüz altı milyona indirdi. Memlekette büyük bir imar faaliyeti ile egitim ve ögretim seferberligi baslattı. Çogu sahsî parasından olmak üzere cami, mescit, mektep, medrese, hastane, çesme, köprü vs. gibi toplam 1552 eser yaptırdı. Ülkenin dört bir yanını demiryolu ile dösedi. Yunanlıların Girit'te isyan çıkarıp, Türkler arasında toplu katliamlar yaptırmaya baslamaları üzerine, Yunanistan'a harp ilan etti. Alman kurmaylarının altı ayda geçilemez dedikleri Termopil geçidini 24 saatte asan Osmanlı ordusu, Atina önüne vardı. Yunanistan'ın tamamen Osmanlı eline geçecegini anlayan Avrupalı devletler, sulha zorladılar ve bunda muvaffak oldular.

Yahudilerin Filistin'de bir cumhuriyet kurma tesebbüslerinin karsısına çıktı. Onların Osmanlı borçlarını bütünüyle silelim tekliflerini reddetti. Bu toprakların kanla alındıgını, asla terk edilemeyecegini sert bir dille bildirdi. Filistin topraklarının yahudilere satılmaması için gerekli tedbirleri aldı. Dogu Anadolu'da Ermeni hareketlerine karsılık Hamidiye alaylarını kurdu ve bölgede asayisi temin ile Osmanlı hakimiyetini pekistirdi.

Sultan Abdülhamid Han'ı tahttan indirmeden Osmanlı Devleti'ni parçalamanın ve Islam'ı yok etmenin mümkün olmadıgını gören bütün iç ve dıs düsmanlar bu Türk hakanına karsı cephe aldılar. Bir taraftan Sultan'ı gözden düsürmek üzere her türlü iftira ve kötüleme kampanyaları yaparlarken, diger taraftan suikastlar tertip ettiler. Ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal'ın "Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" seklinde ortaya attıgı iftiraları aynen alan bazı gafiller, ansiklopedilere bunları yazarak genç nesilleri aldattılar.

Bu arada Padisah'ın devlet idaresinde nüfuzunu kırmak isteyen batılılar, Ittihat ve Terakki mensuplarını kıskırtarak 23 Temmuz 1908'de Ikinci Mesrutiyeti ilan ettirdiler. Böylece otuz yıl durmus olan facialar tekrar basladı. 31 Mart Vakası sebebiyle Ittihat ve Terakki ileri gelenleri tarafından tahttan indirilen Abdülhamid Han, Selanik'e gönderildi (27 Nisan 1909). 10 Subat 1918'de Beylerbeyi Sarayı'nda vefat eden Abdülhamid Han'ın naası Çemberlitas'ta dedesi Sultan II. Mahmut'un türbesindedir.

II. Abdülhamit Han'ın güzel ahlakı, dine olan baglılıgı, edep ve hayasının derecesi, akıl ilim ve adaletinin çoklugu, milleti için gece-gündüz çalısması, düsmanlarına bile iyilik yapması, ciltler dolusu eserlerle anlatılmaktadır. Onun tahttan indirilmesinin üzerinden 10 yıl geçmeden imparatorlugun dörtte üçünün elden çıkması, memleketi 33 yıl nasıl idare ettigine en açık delildir. Yine Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesiyle beraber kan gölü haline çevrilen Ortadogu'da hala huzur tesis edilememis olup, Arap alemi siyonizmin oyuncagı haline gelmistir.

Vaktiyle Ittihat ve Terakki fırkasının içinde Abdülhamid Han'a düsmanlık eden Filozof Rıza Tevfik ve Süleyman Nazif pismanlıklarını asagıdaki siirleri ile dile getirmislerdir.


Tarihler adını andıgı zaman,

Sana hak verecek hey Koca Sultan,

Bizdik utanmadan iftira atan,

Asrın en siyasî Padisahına.

(Rıza Tevfik)

-------------------------------------------------------

Padisahım gelmemisken ya da biz,

Iste geldik senden istimdada biz,

Öldürürler baslasak feryada biz,

Hasret olduk eski istibdada biz.

(Süleyman Nazif)

*******

Kaynak: http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=159
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:27 pm

EĞİTİMDE İLK YENİLEŞME HAREKETLERİ

Osmanlı Devleti üst üste aldığı yenilgiler sonucunda, önce askeri alanda bazı yenileşmelere girişmeyi gerekli görmüştür. 1734’de bir askeri okul, 1776’da bir Askeri Deniz Okulu açılmıştır. Bu reformlar I.Abdülhamit, III.Selim, II.Mahmut dönemlerinde de sürdürülmüştür.

Eğitim-öğretim alanındaki ilk reformlar, Batılı örneklerine benzetilmeye çalışılan askeri okulların açılması şeklinde görülür. Çünkü Osmanlılar aldıkları yenilgileri, Avrupalı subay ve askerlerin iyi yetişmiş olmalarına ve kendilerinin bu alanda geri kalmalarına bağlamışlardır. Önce Avrupa tarzında bazı askeri yenileşmelere girişmeyi gerekli görmüşlerdir. 18.yüzyılda gelen yabancı uzmanlar da öncelikle askeri alanda reformları tavsiye etmişlerdir. Yenilgiler nedeniyle, askeri eğitim-öğretimde yapılacak reformlara medreseliler karışamayacağından önce bu alanda çalışmak mümkün olmuştur.

Bu dönem eğitiminin temel özellikleri şunlardır:
1. Eğitimde yenileşmeye askeri okullar açılarak başlanmıştır. Buralarda yabancı öğretmenlere de görev verilmiş, ilk kez Batı dilleri(Fransızca, İngilizce) programlara girmiştir.
2. 1826’da Yeniçeri ocağı kaldırılmış, böylece medrese zihniyeti önemli bir destekçisini kaybetmiştir. Ancak yine de güçlü biçimde sürmeye devam etmiştir.
3. İlköğretim zorunluluğu ilk kez bu dönemde getirilmiştir(1824).
4. Batı ile ilişkiler artmış ve ilk kez 1830’larda Avrupa’ya öğrenci gönderilmiştir.

2. TANZİMAT DÖNEMİ (1839-1876) EĞİTİM REFORMLARI

XVIII.yüzyılda Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nin yarattığı yeni Avrupa düzeninde; Avrupa devletleri Osmanlı Devletini, Batı kapitalizmine girdi sağlayacak ve ona uyacak niteliğe getirme çabalarına girmişlerdir. Bunu sağlamak için Osmanlı Devleti içnde bulunan farklı etnik ve dinsel gruplar üzerinde hak iddia etmişlerdir. Sanayi Devrimi’nin yarattığı rekabetle; Avrupa’da oluşmaya başlayan ekonomik ve siyasi bloklar içinde Osmanlı Devleti’nin desteğine olan gereksinim, Osmanlı devlet yapısında da yeni ideolojik, siyasi ve ekonomik oluşumlara neden olmuştur.

Bu dönemde Osmanlı Devleti, toprak kaybetmeye ve dolayısıyla ekonomik gücünü kaybetmeye devam etmiştir. Buna ek olarak, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla siyasi gücünü ve 1839 Tanzimat Fermanı’yla da ideolojik gücünü kaybetmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Küçük Kaynarca Antlaşması’yla bazı azınlıklar ve farklı dinsel gruplar üzerindeki siyasi denetimini kaybetmesi, Tanzimat Fermanı ve Fransız Devrimi ile yönetimi altındaki ulusların bağımsızlık girişimlerini önleyememesi, gelişen milliyetçilik anlayışlarına karşı koyamaması ve bunlara karşılık olarak “Osmalıcılık” ideolojisini ortaya atmak zorunda kalması, toprak kaybının sürmesi ve ticaret alanında Avrupa devletlerinin yeni haklar elde etmeleri; bu dönem Osmanlı siyasal sisteminin içinde bulunduğu durumu ortaya koymaktadır.

Abdülmecit tahta çıkınca 1839’da, Reşit Paşa’nın etkisiyle, Tanzimat Fermanı’nı yayınlamış,siyasal ve sosyal bazı düzenlemeler yapılacağını duyurmuştur. Böylece Tanzimat dönemi başlamıştır. Aynı doğrultuda 1856’da Islahat Fermanı yayınlanmıştır.

Tanzimat dönemi eğitiminin bazı temel özellikleri şunlardır:
1.Tanzimat döneminde, başlıca üç nedenle, eğitim alanında yenileşmelere ve yeni düzenlemelere girişilmiştir:
a.)Tarihi gelişim süreci içinde, ülkede yenilikler gerekli bir ihtiyaç olduğu ve halkın eğitilmesi “Devlet ve hükümetin önemli bir görevi”olarak görüldüğü için.
b.)Osmanlı yönetimine veTürklere karşı düşmanca davranan Avrupa kamuoyunu kazanmak umuduyla.
c.)Avrupa devletlerinin baskısı nedeniyle.
2. Eğitimin geliştirilmesi, Devleti felakete gidişten kurtaracak bir yol olarak görülmeye başlanmıştır. Eğitimin böyle bir siyasal ve toplumsal işlevinin bulunduğunun farkedilmesi, eğitim tarihimizde çok önemli bir teşhistir ve o zamandan beri değerini korumuştur.
3. Eğitimciler ve yazarlar, ailenin veDevletin eğitim görevlerini, çocuklara ve topluma olan sorumlulukları açısından ele almaya başlamışlardır.
4. Eğitim, bir bilim olarak görülmeye ve eğitim bilimi kitapları yazılmaya başlanmıştır.
5. Okul ve sınıf ortamının düzenlenmesine, yeni ders araç gereçlerinin kullanılmasına, genel ve özel yeni öğretim yöntemlerinin denenmesine gidilmiştir.
6. Örgün eğitim alanında İstanbul’da ve taşrada büyük çabalar gösterilmiş, bazıları günümüzde de etkinliğini sürdüren birçok okul kurulmuştur.
7. Yayınlandığı 1 Eylül 1869 tarihinden itibaren birçok hükmü uzun süre yürürlükte kalan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, medrese dışındaki örgün eğitimi ilk kez en geniş biçimde düzenleme ve geliştirme amacını güden bir yasal belgedir. Bu belgede örgün eğitimin merkez ve taşra yönetim kademeleri gösterilmiş, örgün eğitim ilk kez ilk, orta, yüksek şeklinde derecelendirilmiş, üniversite, erkek ve kız öğretmen okulları,özel okullar ve tüm okulların ders programları v.s. belirtilmiş, öğretmenlik mesleği düzenlenmeye çalışılmış, eğitimin mali yönü ele alınmıştır. Böylece, Türk eğitim tarihinde eğitimde düzenleme ve geliştirmeye, en kapsamlı biçimde, ilk kez Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile gidilmiştir.
8. Örgün eğitimin kurulup geliştirilme çabaları mantıki bir sıra izlememiş, ilköğretime pek el atılmadan orta ve yüksek öğretimde düzenlemelere gidilmiştir.
9. Örgün eğitimde mantıki sıra izlemeyen girişimler, esas olarak, medreselilerin tepkisinden kaçınmak, medreseler ve geleneksel sıbyan mektepleri dışında yeni okullar açmak amacıyla gerçekleştirilmiştir.Fakat, medrese zihniyeti, eğitimdeki yenileşmeleri kolay benimsememiştir.
10. Medreselerin düzeltilmesine gidilmemiş, bazı meslek medreseleri açılmııştır.
11. Öğretim kurumlarında birlik olmadığı için, uzun yıllar, “medrese”, “Tanzimat mektepleri”, “askeri mektepler”, “azınlık”, ve “yabancı mektepler”, ... gibi çeşitli kaynaklardan çok farklı bilgi, düşünce, ideal ve dünya görüşüne sahip insanlar yetişmiştir. Bu zıtlıkların toplumda olumsuz sonuçları görülmüştür.
12. Eğitimde yenileşmeler, bir avuç yönetici, aydın ve öğretmen tarafından başlatılmıştır.
13. Avrupa’daki gelişmelerin topluma tanıtılmasında ve eğitimdeki yenileşmelerde Avrupa’da görev yapan Osmanlı elçilerinin ve öğrenim gören aydınların önemli katkıları olmuştur.
14. Eğitimdeki yenileşmeler, hemen her zaman, eski malzeme ile yeni bir şey yapmak biçiminde gerçekleştiği için, medrese, böylece, yeni okullarda şu yollarla kısmen sürdürmüştür: Öğretmen, öğrenciler, programlar, yöntemler,...
15. Tanzimat döneminde, siyasi gelişmelerin sonucu olarak, çeşitli din, dil ve kültürlerden oluşan ülke insanlarını birarada tutmak amacıyla “Osmanlılık” ideali ortaya çıkmış ve bir “Osmanlı insan tipi” meydana getirmek için eğitimden de yararlanılmaya çalışılmıştır. Ancak azınlıklar, esasta ayrılıkçı ve milli emellerinden vazgeçmemişlerdir.
16. Azınlık ve yabancı okulları çok büyük gelişmeler göstermiş, Devlet için bir tehlike haline gelmeye başlamışlardır.
17. Açılan yeni okulların programlarına hayata dönük dersler konulmuştur.
18. Programlarda doğal olarak bir gelişme gözlenmekle beraber, uzun süre, çeşitli okulların programları birbirlerine çok yakın bir özellik göstermişlerdir.
19. Tanzimatın kökleşmesi için aydınlar ve memurlar yetiştirilmesi gerekli görülmüş, bu nedenle sivil okullara ve memur yetiştirmeye fazla önem verilmiştir.
20. Medrese dışındaki okullarda, Osmanlıca denen Türkçe öğretim dili olarak benimsenmiştir. Maarif-i Umumiye Nizamnamesi(1869)’nin gerekçesinde “bir milleti eğitimde ilerleme sağlamasını, kendi dilinde eğitim öğretim yapmasında aramak gerekir;bir topluma yabancı dille bilim ve sanatta ilerleme yolunu göstermek zordur” denilmesi çok önemlidir. Bu dönemde, dilin öğretimdeki önemi yanında, sadeleşmesi de gerektiği anlaşılmaya başlanmıştır.
21. Mesleki ve teknik eğitimin temelleri atılmaya başlanmıştır.
22. İlk kez, öğretmen yetiştiren meslek okulları açılmıştır.
23. İlk kez, kızlar için, orta dereceli okullar açılmıştır.
24. Öğrenci ve öğretmenlerin kılık ve kıyafetleri belirlenip düzenlenmeye başlanmıştır.
25. Disiplin aracı olarak falaka –yasal olarak- kaldırılmıştır.
26. Az zamanda çok iş yapmak düşüncesi v.s. nedeniyle, sivil okulların pek çoğu için uygun binalar yapılmamış,bunlar eğreti binalarda öğretimlerini sürdürmüşlerdir. Askeri okullar bu açıdan daha şanslıdır.
27. Halk eğitiminin önemi daha iyi anlaşılmaya başlanmış, bu alanda gelişmeler görülmüştür.

İlk defa bu dönemde eğitim devlete siyasi, ideolojik ve ekonomik güç sağlayan bir araç olarak farkedilmiş ve doğal olarak, devletin güçlerini elde etmede en önemli kurum olarak ordudan başlanmıştır. Bu bağlamda siyasi gücü eğitmek amacıyla, Batılı eğitimcileri İstanbul’a getirme, yönetici kadroyu Avrupa’ya gönderme ve devlete ideolojik, siyasi ve ekonomik güç sağlayan kurumları “Batılı” anlamda oluşturma çabalarının bu dönemde başladığı söylenebilir. Osmanlı aydınlarının “Osmanlıcılık” ideolojisinin temellerini oluşturmak amacıyla Avrupa’ya gitmeleri; yönetici ve askerlerin siyasi ve askeri alanda yeni anlayış, yöntem ve teknikleri öğrenmeleri için gönderilmeleri bu duruma örnek verilebilir.

Sonuç olarak, bu dönem 1839 Tanzimat Fermanı’yla da benimsenen “Batı değerleri”nin;ordu, eğitim, yönetim ve yasama alanlarında radikal bir biçimde uygulamaya konulduğu ve”Batılı” laik tarzda yükseköğretim kurumlarının açıldığı ve eğitim sisteminin yeniden yapılandırıldığı bir dönem olarak değerlendirilebilir.

3. I.MEŞRUTİYET DÖNEMİ(1876-1878)EĞİTİMİNİN ÖZELLİKLERİ

1876 başlarında, Devletin karşı karşıya bulunduğu dış ve iç sorunlar, mali sıkıntılar çok büyük boyutlara ulaşmıştı. Ayrıca, “Genç Osmanlılar” denen aydınların bir süredir giriştikleri fikri ve siyasi mücadelenin etkileri de yayılmaya başlamıştı.

10 Mayıs 1876’da İstanbul’da medrese öğrencileri, iç ve dış olumsuz gelişmelerden Devlet adamlarını sorumlu tutup derslerini bıraktılar ve Bab-ı Ali’ye saldırdılar. Padişah Abdülaziz, Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’yı vb. Görevden almak zorunda kaldı. Fakat, yeni hükümeti kuranlar, Padişahı da devirmek istiyorlardı:30 Mayıs 1876’da bunu başardılar ve V.Murat’ı tahta çıkardılar. Ancak o da, akli dengesi yerinde olmadığı anlaşıldığından, indirilip II.Abdülhamit Padişah yapıldı(31 Ağustos 1876). Abdülhamit, Islahhanelerim, Sanayi mekteplerinin kurucusu ve başarılı bir vali olan Mithat Paşa’yı Sadrazam atadı(Aralık 1876) ve hükümdarın mutlak iradesini sınırlayan, Parlamentolu Meşrutiyet yönetimini getiren bir Anayasa’yı(Kanun-i Esasi) kabul ve ilan etmiştir(23 Aralık 1876). Böylece, I.Meşrutiyet dönemi başladı. Bu siyasi gelişmeler, Tanzimatın doğal bir sonucu olarak, devlet şeklinin de Avrupalı hale sokulması hareketidir, fakat kısmen de, Avrupa devletlerinin baskıları ve istekleri doğrultusunda düşünülmüştür.

İlk Osmanlı Parlamentosu 19 Mart 1877’de toplandı. Ancak, Rusya, Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Savaşın acıları, felaketleri, siyaset, eğitim ve öteki alanlardaki gelişmeleri durdurdu. Abdülhamit özellikle savaş bahanesiyle Parlamentoyu süresiz kapatarak, Meşrutiyete son verdi(13 Şubat 1878).


I.Meşrutiyet dönemi eğitiminin temel özellikler şunlardır:
1. Osmanlı Devleti’nin ilk Anayasası olan Kanun-i Esasi’ye eğitimle ilgili önemli maddeler
girmiştir.
2. Savaş nedeniyle eğitime ilişkin çalışmalar yapılamamıştır.
1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin üç maddesi eğitimle ilgilidir. Bunlardan ilk ikisi özel öğretime, üçüncüsü ilköğretimin zorunluluğuna ilişkindir:
15. maddede, “öğretim işini herkes özgürce yapabilir; ilgili kanuna uymak şartıyla her Osmanlı vatandaşı genel ve özel öğretim yapmaya izinlidir.” hükmü yer alır.
16. maddede, “ülkedeki çeşitli dinsel inanışlardaki toplumların din ve inanışlarına ilişkin öğretim yöntemi ve biçimine dokunulmayacağı ve ülkedeki tüm mekteplerin devletin denetiminde olduğu “ belirtilir.
114. madde şöyledir: “Osmanlı bireylerinin tümü için ilköğertim zorunlu olacak ve bunun ayrıntıları ayrı bir düzenleme ile belirlenecektir.”

KAYNAK:www.dizifilm.com
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:28 pm

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 19p9h0
İBRAHİM MÜTEFERRİKA VE OSMANLI’DA İLK MATBAA

Türk matbaacısı olan İbrahim Müteferrika, 1674 yılında Macaristan’ın Kolojvar kentinde doğdu. Protestan bir Macar ailesinin oğlu olan İbrahim Müteferrika İlahiyat öğrenimi gördüğü sırada Türklere esir düştü. İstanbul’a getirildi ve Müslüman oldu. Osmanlı Devleti’nde (vezirlerin emirlerini ilgililere duyurma görevi) müteferrikalık yaptı. Dil bilmesinden dolayı başka devletlerle olan müzakere heyetlerinde bulundu. Bir süre, Türkiye’ye davet edilmiş bulunan Macar beyi F.Rakoezi’nin hizmetine verildi.

Macaristan’daki öğrenimi sırasında basım ve hak işlerini de öğrenmiş bulunduğundan bir matbaa kurmayı amaç edindi. 1719-1720 yılları arasında matbaayı kurdu. İbrahim Müteferrika’nın bu teşebbüsüne karşı çıkan din taassubunun yenilmesinde, Damad İbrahim Paşa’nın büyük yardımı oldu. Bununla birlikte, matbaanın açılmasına ancak dini olmayan eserler basmak şartıyla fetva verildi. 16 Aralık 1727’de ilk matbaa faaliyete geçti. Bu matbaada basılan ilk önemli eser Vankulı Lugati’dir. Bundan başka 16 önemli eser ve bazı haritalar da basıldı. İbrahim Müteferrika’nın matbaası tarihteki ilk Müslüman Türk matbaasıdır. Fakat Türkiye’de gayrimüslimlerin daha önce açmış bulundukları matbaalar vardır

Matbaanın Tarihi

Giriş
Peter Mercer in Curator of History (Tarihin Vasisi) adlı eserinden, Tasmanian Müzesi ve Sanat Galerisi.

Basımcılığın tarihi genel uygarlık tarihinin önemli bir kısmıdır. Matbaa son 500 yıldır düşünceleri yaymak için temel bir araç olagelmiştir.



Politik, kurumsal, dini, ekonomik olayları ve sosyolojik, felsefi, edebiyat akımlarını tam olarak anlamak için, kişi matbaanın onlar üzerindeki etkisine bakmalıdır.

Bir iş alanı olarak, sanayinin ve ticaretin tüm alanlarının gelişiminde matbaanın payı vardır.

Basım Yayım da Dönüm Noktaları

c 594 Çinliler basımcılığa negatif bir yolla başladılar. Onların ahşap bloklar üzerindeki baskıları silme yöntemleri kervan yolları aracılığıyla batıya taşındı. Ayrıca basım için ideal yüzeyi sunan kağıtın icadı da çinlilerin eseriydi.

c 1400 Ahşap bloklarla basım tekniği uzak doğudan Avrupa ya geldi.

c 1450 Johann Gutenberg Roma İmparatorluğu zamanından beri Rhine Vadisinde kullanılan cendereyi basınçlı baskı makinesi olarak uyarladı. O, o zamanlar yeni geliştirilen petrolden yapılma mürekkebi kullandı ve metal prizma matrislerini, vurmalı yazıyüzü kalıplarını tasarladı ve yazıyı şekillendiren işlevsel bir metal alaşımı keşfetti. Basılmış yazılar daha önce dini kurumlarca reddedilen bilgilerin yayılmasını sağladı ve kısa bir zamanda ilk seri basım “patlaması” tüm Avrupayı sardı. 1500 dolaylarında 9 milyon kitap Avrupa da dolaşımdaydı.

Gutenberg' in şöhreti, belki de, hiç bir şeyin bilinmediği erken deneysel bir dönemden sonra, onun 19. y.y. ın başlarına kadar meydan okunmamış bir teknik verimlilik keşfetmesi gerçeğinde saklıdır. Vurmalı kesim, matris donanımı, yazı hesaplama, kompoze etme, ve basım (Punch cutting, matrix fitting, type casting, composing and printing ) ilkesel olarak üç yüz yıl Gutenberg in zamanında oldukları gibi kaldılar. Baskı makinelerindeki gelişmeler önemsizdi ve 18. y.y. sonuna kadar Gutenberg in orjinal dizaynı çoğu makinede genel olarak aynıydı.

c 1460 Matbaacılıkta kullanılan mürekkep yağlı boyanın resimlerde kullanılmasından 15 yıl sonra keşfedildi. Mürekkep metal bir yüzey üzerine yapışmalıydı ve bu mürekkep bitkisel zamkın yapışmasını sağlamak için 1 yıl bekletilen sıcak keten tohumu yağından elde edildi. Reçine bundan sonra mürekkebe eklenebilirdi. Siyah boya maddesi bacalardan toplanan kurumlardan yapılıyor ve katranı yok etmek için birkaç kez yakılıyordu. 1850 lere kadar çoğu matbaacı kendi mürekkebini yapıyordu.

1500 ler matbaa duyurular için ilk kitle araçlarını sağladı ve 1500 lerde eli lanları tellalların yerini aldı.

1600ler basınç makinesi yayların merdaneyi düzenli olarak kaldırması için makineye eklenmesiyle Gutenberg in zamanından beri ilk defa değişti. Böylece makine saatte maksimum 250 baskı yapılmaya başladı.

Gazeteler ortaya çıkıyordu. Gazeteler mektuplardan ve broşürlerden geliştirildi. Yazılı duyurular da gazeteler de erken 17. y.y. da gelişme imkanı buldular. Basım araçları duyuruları ikna etmek için duyurular haline getirdi

1799 Litografi yoluyla basım Avusturyalı bir basımcı olan Alois Senefelder tarafından keşfedildi. O ince grenli kalkerin ince, düz yüzeyine basım yapabileceğini anladı.

Süreç yağ ile suyun birbirine karışmayacağı prensibi üzerine kurulmuştu. Mumlu illüstrasyonlar taş bloğun üzerine aktarılıyordu. Mürekkep taşın üzerine aktarıldığında mumlu alanlar mürekkebi tutuyordu ve mürekkep başka alanlara da akıyordu.

19. y.y. da, litografi hem renkli hem de tek renk kitaplara ve dergilere kaliteli illüstrasyonlar basmak için tercih edilen bir metot haline geldi.

Bu y.y. ın erken dönemlerinde mürekkep taşın üzerinden doğrudan aktarılacağına kağıda kauçuk blanket yoluyla aktarıldığında röprodüksiyonun daha iyi olacağı keşfedildi. Bu yaymak (offsetting) olarak adlandırılmaya başladı ve bazı teknik iyileştirmelerden sonra bugün modern ofset makinalarında kullanılan bir ilke haline geldi.

1803 el yapımı kağıtların yerini makine üretimi kağıtlar almaya başladı. İlk pratik kağıt üretim makinesi Nicholas Louis Robert tarafından Fransa nın Essonnes Mill bölgesinde yapıldı , ancak patenti İngiltere de ilk verimli makinelerin yapıldığı yerde alındı. Kağıt ana olarak keten ve pamuk artıklarından üretilmişti. Esperto gresi de ayrıca bu üretimde kullanılmıştı.

1804 Stanhope un Üçüncü İncisi (1753-1816) Gutenberg ten beri nerdeyse hiç değişmemiş ahşap baskı makinesini demir çerçeveli manivelalı baskı makinesi ile yer değiştirdi. Şu an TMG de bulunan baskı makinesi Andrew Bent tarafından Hobart Town Gazetesini basmak için kullanıldı ve 1820 lerdeki Van Diemen in “ Land Advertiser” ı Stanhope' un 1807 modeliydi.

1805 Lord Stanhope ayrıca kağıt tasarrufu sağlayan klişeleme yöntemini de geliştirdi. Bu yöntemde sonraki yeni yazımlarda kullanılacak sayfalar plaster yada metal matrisler kullanılarak korunuyordu.

1814 Frederich Koenig' in silindirli buhar baskı makinesi The Times tarafından , Londra da , 1820 de geliştirildi ve baskı makinesinin üretimini saate300 den 1100 kopyaya çıkardı.

1822 , Dr William Church tarafından keşfedilen ve linotip makinenin öncüsü olan kağıt dökme makinesi, basımı günde 3 000 / 7 000 den 12 000 / 20 000 e çıkardı. .

1827 Applegath and Cowper ın Yeni Makinesi, The Times ın üretimini tek bir makinede saatte 5 000 kopyaya kadar çıkardı. Bundan önce Stanhope un baskı makineleri kullanılıyordu.

1829 klişeleştirme (stereotyping ) yöntemi ilerletildi. Hantal plaster ve metal matrisler yerlerini emeği ağırlığı ve depolama alanını azaltan kartonpiyer matrislere bıraktılar. 1831 de - Fransız Mühendis Gaveaux kağıdı daha iyi kavrayan ve daha hızlı üretime olanak veren Yeni Baskı nın iki silindirli versiyonunu dizayn etti.

1840 Amerikalı Richard March Hoe saatte 20000 kopya üretimine olanak veren devirli iyileştirme baskı makinesini ( revolving perfecting press ) geliştirdi.

1840 kağıt hamurundan kağıt üretimi bu yılda başarıldı ve onyıl içinde heryere yayıldı. Kağıt görünüşü ve “hissi” değişti ve -özellikle gazete üretiminde avantaj sağlayarak – kağıt üretimi oldukça ucuz hale geldi .
BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 2yydnau
Mercury'nin eski fotoğraf-gravür Odası 1846
1846 Hoe rotatif makinenin ilk sürümünü geliştirdi. Hoe, dört küçük makara kağıt yapraklarını alırken silindiri otomatik makaralar tarafından mürekkepleyen modeli buldu. Bu buluş, baskı sayısını saate 22 000 den 24 000 e yükseltti.

1853 Claude Genoux ve Nicholas Serriere kartonpiyer üzerinde sayfa kalıbı yapmak için bir sistem geliştirdiler. flong düz modelden hazırlandı. Flonglar,ofset baskı ve bilgisayar teknolojisi basım tekniklerini yeniden yapılandırdığı zamana kadar kullanıldı.

1854 James Gordon Bennett, kendi New York Herald şirketinde kendi basım harflerinden ziyade metal kaplama basım harflerinin kullanıldığı bir method geliştirdi.

1859 Foto-litografi. Fransız litografer , Firmin Gillot, gravür metal kaplama için yeni bir method geliştirdi. 1872'de oğlu çinko klişelerle baskıyı buldu ki bu baskı resmin boyutunun gravürle gerektiği gibi şekillendirilmesine yardımcı oldu.Fakat bu beyaz üzerine siyah resimde hepsinin ayni tip yapmak için sınırlandırılmıştı.1180'lerle ara ton üretim metodu farklı büyüklükteki noktalama sistemiyle icat edildi. Yüzyılın sonunda foto-litografi gazetecilik mesleğinin yeni bir dalı oldu. Foto-litografik çinko içinde klişe yapma 1970'lerde foto-dizgiye kadar uygulandı.

1863 William Bullock makineye sürekli olarak kağıdı sayfa sayfa koyma yerine kağıt doldurma metodunu geliştirdi. Ayrıca Bennett'in metal kaplama sisteminden yararlandı ve klişe ile baskı yapma yöntemini kullandı, harfleri elle dizme yerine makaraları uygun şekilde biçimlendirdi ve bunu genel kullanıma soktu.
BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Ipqtkj
1885 Linotip ve Monotip makineler geliştirildi. 1815- 1871 yılları arası, kelimelerin boşluk ayarını yapabilen ve harf yerleştirici makine yaratmak için 70 teşebbüs oldu. Bir makine bu işi yapabildi; Linotip, Ottmar Mergenthaler tarafından Amerika'da geliştirildi. Mergenthaller, Milwaukee-Amerika'da Linn Boyd Benton tarafından yapılmış baskı kesme makinesinden etkilenmiştir. Mergenthaller'in buluşu bir klavyeye sahipti ve harf yerleştirmiyordu fakat harflerin matrisleri satirin kalıbındaydı. Erimiş kurşun alaşımı harf satırlarını dizmek için kullanıldı ve linotip ismi bu prosedürden dolayı ortaya çıktı. Sonradan linotip makinesinin döktüğü yazılar tekrardan kullanılmak üzere eritiliyordu. Monotip makine, ayni zamanlarda, Tolbert Lanston tarafından icat edildi. Bu makine de Mergenthaler'in makinesine benzerdi, sıcak metal harfleri satir olarak değil de harf harf dokuyordu.

Linotipler büyük avantajdı ve onlar ayrıca satırların yaslanabilmesi ve mekanik olarak harflerin dağılabilmesi problemini çözdü. Bu gelişmeden önce usta dizgici bir saatte yalnızca 40-50 harf dizebiliyordu. Tüm temel teknolojik avantajlarda olduğu gibi, linotip makineler İngiltere'de dizgiciler tarafından direnişle karşılandı, çünkü linotip makineler dizgicilerin islerinden olması anlamına geliyordu. Linotipler Amerika'da pazara 1892'de İngiltere'den bir kaç yıl sonra girdiler.

1889 Hippolyte Marinoni Paris'teki açıklamasında kağıdı makarasında döndüren rotatif baskı makinelerinin geniş sayfalar ve iki tarafta da küçük boyutlu basılması ve sonra kesilmesi ve son olarak da gazete haline getirilmesini kolaylaştırdığını belirtti. Bu makineler sayesinde baskı işi büyük bir hızla gerçekleşti.

1890 Şimdiye kadar geniş bir rotatif-döner makine seçeneği vardı. Hepsi kendi özel teknolojisine sahipti. Gazete basımında en büyük avantaj web ofset baskı ve fotoğraf baskının gelişmesiyle 1970'lerde kazanıldı.
BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. K7zax
Baskı odası 1920ler
1920'ler Otomatik araç gereçler kalıpla baskı yapmak için geliştirildi.

Ana baskı makinesi için ek malzemeleri taşımayı kolaylaştıran, katlanabilen mekanizmalar geliştirildi
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:28 pm

GERÇEK TIBBIYELİ MUSTAFA
BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 68sksw
CANTEKİN, MUSTAFA, (1878 Çorum - 21 Ekim 1955 Ankara), Birinci TBMM Kozan milletvekili. İlk ve ortaöğrenimini Çorum ve Şam’da tamamladı. İstanbul’da Askerî Tıbbiye Mektebi öğrencisiyken, II.Abdülhamid yönetimine karşı eylemleri nedeniyle tutuklanıp üç yıl kürek cezasıyla mahkûmiyetine ve okuldan çıkarılmasına karar verildi (1900). Cezasını İstanbul’da tamamladıktan sonra, Şam’a sürgüne gönderildi (1903). Orada geçimini sağlamak için kitap dahil her şeyin satıldığı küçük bir dükkân açtı. O sırada Şam’da görev yapan Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla tanıştı. Mustafa Kemal, Yüzbaşı Müfit (Özdeş) ve Dr.Mahmut Bey’le gizli Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurdu (1906). II.Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da tıp öğrenimini tamamladı (1909). Tabip yüzbaşı rütbesiyle Bağdat’taki Irak ordusu emrine atandı. I.Dünya Savaşı yıllarında Afyon Askerî Hastanesi Başhekimi olarak görev yaptı. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İstanbul’a döndü. Millî Mücadele’ye katılmak için 27 Mart 1920’de Ankara’ya geldi. Birinci TBMM’ye Kozan milletvekili olarak katıldı. 14 Mayıs 1950’ye kadar Çorum milletvekili olarak parlamentoda bulundu.


Kaynak: http://www.boyutpedia.com/default~ID...,_mustafa.html
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:29 pm

matbaa makinası 2
BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 2hq8gw3

DEPOLARINDAN ÇIKARILDI TRT İstanbul Radyosu’nun 1950’de kurulduğu dönemde kullanılan stüdyo ekipmanlarının da galeride sergileneceğini ifade eden Prof. Dr.Gezgin, galeride yer alacak bazı malzemelerin TRT depolarından çıkarıldığını söyledi. TRT’ye ait depolardan galeri için sergilenecek malzemeler çıkardıklarını kaydeden Prof. Dr. Gezgin, “Geçmişte kullanılan tonlarca ağırlığında matbaa makinaları da galerimizde yer almaktadır…
Bir Baskı Makinesinin Hikayesi
Herkes Osmanlıya matbaanın İbrahim Müteferrika ile geldiğini, epey de geç kaldığını (200 yıl kadar) iddia eder. Bu doğru değildir. İlk baskı aracı IV.Murat'ın verdiği bir kararla, özel bir ticari elçi yollamak suretiyle ısmarlandı. 1639 yılında IV.Murat'ın emriyle Amsterdam'a varan Bünyamin Efendi tamtamına 1000 altın sayarak, çağın en iyi matbaa makinesini satın aldı, bir gemiye yükledi ve birlikte yola çıktı. Willem Janson Blaev üretimi olan bu baskı makinesi beklentilerinizin aksine demir değil ahşaptı. Daha çok bir işkence aletine benziyordu. Bundan dolayı ne gemiye yüklenirken, ne indirilirken, ne de ambarda hiç dikkat çekmemişti. IV.Murat'ın takipçisi Sultan İbrahim o günlerde artan iç huzursuzluklar için bir neden bulmaya çalışıyor ve bunları nasıl önleyeceğine dair varsayımlarda bulunuyordu. Matbaa makinesi hakkında kendisinden buyruk istendiğinde eritilmesini! emir buyurdu. Kimse kalkıp makinenin ahşap olduğunu' tabii ki söylemedi.

KAYNAK:www.dizifilm.com
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:29 pm

MANASTIR ASKERÎ İDADİSİ

1896 yılı Mart ayının ortalarına kadar Selanik’te tatilini geçiren Mustafa Kemal, tatil bitiminde Selanik’ten trenle Manastır’a yolcu edilir. Mustafa Kemal’in Manastır’a gelişi ile ilgili bilgiler bundan ibaret olmakla birlikte, İdadiye başladığı günün 13 Mart tarihi olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü, Rumi 1 Mart; Miladi 13 Mart tarihi, “Malî Yıl”ın başladığı tarihtir ve Harbiye’de de olduğu gibi, Askerî okullar bu dönemde eğitimlerine bu tarihte başlamaktadır. Aralık ayı sonlarında da eğitim bitmektedir. İdadide yatılı ve daha üstün dereceli bir okulun hayat ve öğretim şartlarına kısa sürede intibak eden genç M. Kemal için, artık ömrünün sonuna kadar sürecek olan “aile yuvası dışındaki hayat” başlıyordu. Bundan sonra ev yaşantısı sadece izin ve tatillerde kısa süreli olabilecektir. Askerlik mesleğinin meşakkatli ve zorlu özelliklerinden de kaynaklanan bu durum, biraz da onun “bağımsız yaşama” karakterine uygun düşecektir.


Manastır Askerî İdadisi’nde “Apolet Numarası” 7348 olan Mustafa Kemal’in ilk seneye ait öğrencilik hayatı hakkında resmi bir belgeye sahip değiliz. Fakat, onun ikinci sınıfta olduğu 1897-1898 eğitim-öğretim yılı ile üçüncü sınıfta bulunduğu 1898-1899 eğitim-öğretim yılı Numara Defterleri elimizdedir. Bu defterlere göre Mustafa Kemal’in İdadi ikinci sınıf ve üçüncü sınıf dersleri ve başarı durumu şöyledir:



Mustafa Kemal ikinci sınıfta, 52 arkadaşı arasından, toplam 283 not alarak ve üçüncü olarak üçüncü sınıfa geçmiştir. Esasında, başarı sıralamasında ikinci olarak görülen Recep Fahri, Kayalar ile toplam notları aynıdır. Bu yılın Numara Defteri’ne göre, “beher dersin tam numarası” toplam 285, “beher dersin üss-ü mizanları” toplamı 138’dir. Mustafa Kemal’in ikinci sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şu şekildedir: Müsellesat (45), Hendese (45), Tarih-i Umumî (45), Kitâbet (44), Fransızca (44), Resim (20), Tarama (20), Jimnastik (20). Mustafa Kemal, bu sınıfın sonunda toplam 283 not alarak üçüncü olmuştur



Bu sınıfta okutulan toplam 8 ders vardır ve 5 adet dersin tam numarası 45 diğer üç dersin tam numarası 20’dir. Bu duruma göre Mustafa Kemal, 6 dersten tam numara almıştır. Aynı sınıfın başarı sıralamasında Ahmet Tevfik, Selanik 284 toplam notla birinci; Recep Fahri, Kayalar 283 toplam not ile ikincidir.


Mustafa Kemal’in üçüncü sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şu şekildedir: Makine (45), Kozmoğrafya (45), Tarih-i Umumî (45), Tarih-i Osmanî (45), Kitâbet (45), Mantık (45), Akaid (45), Fransızca (45), Resim (20), Tarama (20), Cimnastik (20)



Mustafa Kemal, 54 mevcudu olan üçüncü sınıfta toplam 420 tam not alarak, Manastır İdadisi’ni, not toplamı kendisi ile aynı olan Ahmet Tevfik, in ardından ikinci olarak bitirmiştir.


Mustafa Kemal, sonradan anılarında Manastır İdadisi’ndeki ders durumu ile ilgili olarak şunları anlatmıştır: “İdadide iken muannidane (inatla) bir surette çalışıyordum. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir gayret vardı. Nihayet İdadiyi bitirdim”

alıntı : ******çü düşünce derneği
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:30 pm

OSMANLI DÖNEMİNDE TIP

Tıp alanında da benzer biçiminde Osmanlı’nın ilk dönemindeki tıbbi etkinlik İslam tıp anlayışı çerçevesinde ortaya çıkmış ve çok uzun süre bu niteliğini korumuştur. Diğer yandan Osmanlı Devleti’nin, Anadolu Selçuklunun mirasçısı olması nedeniyle Selçuklu dönemindeki sağlık hizmet ve kurumsal yapılanma Osmanlı’ya intikal etmiş; İslam tıbbının özellikleri çerçevesinde, Selçuklu dönemindeki tıp anlayışı Osmanlı döneminde varlığını sürdürmüştür. Özellikle darüşşifaların, yani hastanelerin, Osmanlı yönetimine geçtiği ve hizmetlerini sürdürdükleri açıktır

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hekim eğitimi, önceki İslami dönemlerdeki gibi usta-çırak ilişkisi şeklinde kendini gösteriyordu. Hekimler, hastane ya da özel muayenehanelerinde yanlarında çırak şeklinde hekim yetiştiriyorlardı. Bu tür bir eğitim kurumsal niteliği olmayan, sistemli bir okul eğitimi değildir. Osmanlı’da sistemli tıp eğitimi bilindiği gibi 19. yüzyılda Askeri Tıp Okulu’nun açılmasıyla başlayacaktır. Başta Süleymaniye Medresesi olmak üzere Osmanlı’da “resmi” anlamda hekim yetiştirilen medreselerdeki eğitim ise tıbba özel değil genel eğitim şeklindedir. Buradaki eğitimde yetişen hekimlerin diplomaları okul adına değil medreseyi yöneten hocanın adına verilirdi. Çok geniş topraklar üzerinde kurulan ve çok uluslu bir İmparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nda hekim olan ihtiyacın giderilmesi çeşitli kaynaklardan hekim teminini gerek kılıyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde ordunun hekim ihtiyacı kendini önemle hissettirdi.

Böylece ilk tıp okulu açılır. Bu Askeri Tıp Okulu (Mektebi Tıbbıye-i Şahane) 14 Mart 1827 tarihinde açılır. Bu tarih bugün Tıp bayramı olarak kutlanmaktadır. Günümüzde ele geçen Okula ait bulunan mermer bir levhada okulun aslında bir “medrese” anlayışı içinde kurulduğu sonucu çıkartılabilir. Okulun eğitim anlayışı o zamanki çağdaş tıp eğitimi seviyesine henüz tam ulaşamıyordu. Bu nedenle Okulun başına 1839’da Viyanalı hekim Ambrois Bernard (1810–1844) getirilir. Bu suretle Osmanlı’daki eğitimin niteliğinde önemli bir adım atılmış olur.

Her ne kadar bu okuldan mezun olan hekimlerin sayısı ordu için bile yetersiz geliyorsa da buna karşın Osmanlı’da sivil halka hizmet vermesi için hekimler yetiştirecek hiçbir tıp okulu bulunmuyordu. İşte bu ihtiyaç doğrultusunda 1867 yılında ilk Sivil Tıp Okulu (Mektebi Tıbbiye-i Mülkiye) eğitime açıldı. 1908 yılında Sivil Tıp Okulu “Fakülte”ye dönüştürülmüş ve bir yıl sonra da her iki okul Sivil Tıp Okulu çatısının altında birleştirilmiştir. Ülkemizde “14 Mart Tıp Bayramı”, ülkemizde söz konusu ilk tıp okulunun kuruluşu olan 14 Mart 1827 tarihine istinaden kutlanmaktadır.

Osmanlı Darüşşifaları

Yukarıda belirttiğimiz gibi Türk-İslam dünyasındaki hastaneler, “darüşşifa” kelimesi ile birlikte “bimeristan”, “maristan” isimleri yanında “darülsıhha, darulafiye, darulmerza, şifaiyye bimarhane, tımarhane” gibi isimlerle anılıyordu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de banzer adlar kullanılmıştır. En onunda da 19. yüzyılda “hastane” kelimesi ötekilerin yerini almıştır. 19. yüzyıl Osmanlısında, hastane kuruluşu açısından gerçekten hareketli bir dönem yaşanmıştır. Bu yüzyıla gelene kadar darüşşifaların sayısından yola çıkılırsa bu dönemin farkı kolayca anlaşılabilir. Bu hareketliliğin, nedenlerinin askeri alandaki hastane ihtiyacının karşılanmaya çalışılması gelmektedir.

19. yüzyıla gelene kadar, İstanbul’da son hastane (darüşşifa) 1617 yılında açılmıştır. Bundan sonra İstanbul’da yaklaşık 200 sene yeni bir hastane hizmete girmemiştir. Buna karşın 1905 yılında İstanbul dışında, asker ve azınlık hastanelerini saymazsak 40’ı bulan sayıda hastane bulunmaktadır. Karantina, yerel ve özerk (azınlık hastaneleri vd.) yönetimdeki hastaneler dışında devlet teşkilatında çalışan hekimlerin sayısı 405 kadardır.

“Gureba” kelimesi “garib” kelimesinin çoğuludur ve kimsesizler anlamına gelmektedir. Osmanlı’da, 19, yüzyılda bu isim altında kurulan hastaneler günümüz açısınden devlet hastanesi anlamını taşımaktadır.

Ülkemizde bugünkü anladığımız anlamda ilk eczanenin 1757 yılında İstanbul, bahçakapı’da semtinde açılan İki kapılı Eczane olduğu bilinmektedir. 1880’li yıllarda Doğu’da (Erzurum, Van, Trabzon gibi şehirlerin herbirinde 3–4 eczane bulunmaktadır ve bunları yönetenlerin çoğu diplomasız kişilerdir.

Hekimler

Hekim olarak mesleğine sürdüren kişilerin Osmanlı toplumu içindeki varlığı hakkında tarihsel kaynaklar önemli bilgiler vermektedir. Osmanlı’nın ilk yüzyıllarında gerek tıbba özgü bir okul eğitiminin olmaması gerekse ülke denetleme ve yönetimi mekanizmalarının özellikleri göz önüne alındığında hekimlerin büyük bir serbestlik içerisinde mesleklerini icra edebildiklerini bilmekteyiz. Çokuluslu bir imparatorluk olarak Osmanlı ülkesinde değişik yerlerden gelen hekimlerin mesleklerini rahatlıkla yerine getirmeleri için son derece müsait bir ortam bulunmaktadır. Hem askeri amaçlar hem de halkın tıbbi ihtiyaçları hekim gereksinimini ortaya çıkartıyordu.

Hekimlik, Osmanlı yönetimi için üzerinde önemle durulmuş bir alandır. Hekimlikle ilgili resmi evraklarda birçok ayrıntılı bilgilere rastlamak mümkündür. Darüşşifa başhekimleri Saray tarafından atanmakta ve Osmanlı yönetimi Süleymaniye Tıp Medresesi’ndeki eğitimle ilgili gelişmeleri yakından takip ederdi. Saray hekimliğine atananların birçoğu darüşşifa hekimlerinden ve Süleymaniye Medresesinden mezun olanlar arasından seçilir; atamalarda liyakata dikkat edilirdi (Sarı, 1995).



Darüşşifalara hekim tayininde iyi ve tecrübeli hekimden beklenen özelliklerden bazıları şunlardı: Teşhis ve tedavi sırasında dört humor (unsur) teorisini uygulamakta tecrübeli olmalı, hasta mizacını belirleme ve ona göre ilaçlarını vermede ustalaşmış, teoriyi pratiğe, pratikten öğrendiklerini tecrübesine katan, diğer bilimlere de hakim vb. Hasta muayenesi son derece basit bir şekilde gerçekleştiriliyordu. Hastanın yüzüne doğru bir bakış ve birkaç sorudan sonra nabız kontrolu muayenenin aslını teşkil ediyordu. Nabız bilmek bir hekim için en önemli bir şeydi. Nabzın hızlanması hararete, yavaşlaması soğukluğa, genişliği rutubete ve vücutta cerahat çokluğunu anlamlara geliyordu.

Hekimlerin mesleklerini icra edecekleri yerlerin bir yandan hastane türü bir toplumsal niteliği olan kurumsal yapılar olabilirken diğer yandan da her hekimin kendi başına çalıştığı kendisine özel mekanlar da olabilmektedir. Günümüzde, hekimlerin kendi özel işyeri diyebileceğimiz muayenehane niteliğindeki yerlere Osmanlı döneminde de rastlıyoruz. İşte, eskiden Osmanlı’da hekimlerin açtıkları bu muayenehanelere “dükkan” ismi verilirdi. Cerrahlar da “Cerrah dükkanı” denen yerlerde hasta bakıyorlardı. Hekim dükkanlarından başka “fıtıkçı karhanesi”, frengi dükkanı”, “çıkıkçı dükkanı” gibi çeşitli hastalıklar için dükkanlar da bulunmaktaydı.

1700 yılına ait bir başka belgenin gösterdiğine göre İstanbul’daki hekimler ve cerrahlar Hekimbaşı’nın başkanlığında bir heyet tarafından imtihan edilmişlerdir ve çalışabileceklerine dair bir izin belgesi verilmiştir. O sırada İstanbul’da 21 hekim dükkanı ve 4 dükkansız hekim bulunmaktadır. Ayrıca 27 dükkanı olan cerrah ile bir de dükkansız olan cerrah bulunduğunu görüyoruz. Yani o zamanki İstanbul’da tıp ve cerrahi alanında serbest çalışan hekimlerin toplam sayısı yalnızca 53’dür.

Hekimbaşılık


Osmanlı İmparatorluğu’nda, devlet yönetimi içerisinde sağlık alanındaki en yüksek mevki “Hekimbaşılık”tı. Bu kurumun Osmanlı yönetimi içerisine hangi tarihten itibaren yerleştiği konusunda net bir şey söylenememektedir. Tarihsel kaynakların verileriyle Osmanlı Padişahları ile hekimler arasındaki ilişkiler 15. yüzyılın başlarından itibaren izlenebilmektedir. Bir kurum olarak hekimbaşılığa ait ilk belgeleri II. Beyazıt döneminden itibaren tespit edilebilmektedir.

Hekimbaşılar birkaçı dışında medreseden mezun, ilmiye sınıfından tıp sanatına vakıf tanınmış kişiler arasından seçilirdi. Hekimbaşılar, birlikte çalıştığı Padişahın ölümünden sonra yeni gelen görevden uzaklaştırılırlardı. Bunun nedeni tedavide başarısız olduğu inancıydı. Yüksek ücret alan hekimbaşılar ayrıca arpaılık ve bahşişleri de yüksek bir bir gelir düzeyine sahiptiler. Bunlardan başka çeşitli gelir ve hediyeleri de vardı.

Hekimbaşılar her şeyden önce padişahı ve ailesinin sağlığından sorumlu kişilerdi. Gerekli olduğunda başka hekimler de tedavi için çağrılabilirlerdi. Hanım sultanların hastalıklarında, onları muayene ve tedavi ederdi. Bu sırada odada Padişahın cariyelerinden biri bulunurdu. Muayene hastanın başından ayağına kadar kıymetli ince bir şal örtülerek tüller üzerinden yapılırdı. Her sene, yeni yılın başında Nevruz’da hekimbaşı tarafından Nevruziye adı verilen ve çeşitli maddelerden oluşan özel macunlar hazırlanırdı. Macunları devletin üst kademelerindeki kişilere takdim edilen hekimbaşı karşılığında hediyeler alırdı. Hekimbaşı savaşta padişahın yanında olur ve savaşa gidecek hekim ile eczacıları da belirlerdi. 19. yüzyılda askeri teşkilatın ilaç imali, satın alınması ve dağıtımı konusuyla da hekimbaşılar ilgilenmişlerdir. Padişahın isteği üzerine İstanbul’da çalışan yerli ve yabancı hekimlerin sınav ve teftişini yapar; icazetnamelerini verirdi. Sınavlarda başarısız olanların dükkanları (muayenehane) kapatılırdı. İstanbul’un sağlık işlerinden hekimbaşılar sorumluydu. Darüşşifa hekimlerinin tayini de hekimbaşılar tarafından yapılırdı. Padişah Abdülmecit döneminde, 1850 yılında hekimbaşılık. Hekimbaşılar yalnızca Padişahın ve yakınlarının hekimi (sertibba) olarak varlıklarını sürdürürler.

Prof. Dr. Erdem Aydın

Deontoloji, Tıp Etiği ve Tarihi AD.

KAYNAK:www.dizifilm.com
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:30 pm

KALPAK

Son Osmanlı dönemiyle Cumhuriyet’in ilk yılları arası genellikle orduda kullanılan sarıksız başlık. Acem kalpağı, Bulgar kalpağı, Çerkez kalpağı gibi çeşitleri vardır. Kesik koni biçiminde ve siperliksiz olup deri, kürk ya da tüylü kalın kumaştan yapılır, kalıplı olanlarına şubara denirdi. Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’nden sonra giymeye başladığı, kuzu postundan yapılmış, üst kısmı hafifçe genişleyen, tepesi bombeli kalpak, kısa sürede Millî Mücadele saflarında çarpışanların da simgesi hâline geldi.


KAYNAK: http://www.boyutpedia.com/Default~ID...nk~kalpak.html
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:30 pm

KADI


Osmanlılarda ehl-i fıkh diye tabir edilen ulema kesimi, tedris (öğretim), ifta (fetva) ve kaza (yargı) gibi üç alanda görevler üstlenmiş durumdaydı.

Eğitim ve öğretim işlerini müderrisler, sosyal hayatın meselelerini şeriata uygun bir şekilde çözümlemeyi müftüler yerine getirirken, kişiler arasında meydana gelen anlaşmazlıkları İslâm şeriatına ve örfe göre halletmek kadıların vazifesi idi.

Kadı, en genel tarifle kaza yani yargı işlerine bakan görevliye verilen bir unvandır. Ahali arasında vuku bulan ihtilafların çözülmesi maksadıyla İslâmiyet’in ilk devirlerinden itibaren var olan bu müessese, Osmanlıların da ilk dönemlerinden itibaren varlığını göstermiştir. Osmanlılar’da kadı tayininde, ilk dönem İslâm devletlerindeki usullere riayet ederek, tanınmış kişileri kadılığa tayin etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde, beylik dönemlerinden itibaren fethedilen yerlere hukuku temsil etmek üzere bir kadı ve idareyi temsilen bir subaşı tayini yerleşmiş bir gelenekti. Osmanlı kadısının İslâm devletleri içinde özgün bir yeri ve konumu olup adliye ve mülkiye görevlisi idi. Kendisinden önce görev yapmış İslâm devletlerindeki meslektaşlarından çok daha geniş yetkilerle donatılmıştı. Şer‛î mahkemelerde şer‛î ve hukukî bütün meseleler Hanefî mezhebi üzerine çözümlenirdi. Aynı zamanda şer‛î mahkemelerden başka bir mahkeme de bulunmuyordu.

Şer‛î mahkemeler Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren medenî hukuk ve ceza davalarına bakmak salâhiyetine haiz idi. Her kaza merkezinde bir şeriat mahkemesi bulunuyor ve bunların başında birer kadı görev yapıyordu. Büyük kaza ve şehirlerde davalara bakmak için mahkeme binaları tahsis edilirken, bulunmayan yerlerde davalar kadının ikamet ettiği evde veya camide görülüyordu.

Kadıların görev süresi hakkında, İsmail Hakkı Uzunçarşılı 20 ay olduğunu belirtirken, Mustafa Akdağ bir yıl müddet-i örfî, bir yıl da uzatmalı olarak toplam iki yıl olduğunu söylemektedir. Kadıların görev süresi bazen daha kısa bazen de daha uzun olduğu gözlenmektedir.

Asli görevi, ahali arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemek olan ve padişah beratı ile tayin olunan kadılar, sultanın emrettiği her hususta hüküm vermekle yetkili kılındıklarından idarî, malî, askerî, beledî gibi işlerle de meşgul olmaktaydılar. Böylelikle Osmanlı Devleti’nde yargı ve yürütme işleri birlikte yan yana yürütülmüştür.

Şer'iyye sicillerinde, sancak ve kaza kadılarının ne kadar geniş bir yetkiye sahip olduklarını, hemen hemen her konuda bir karar mercii ve sorumluluk sahibi olduğunu görmekteyiz. Halk arasında vuku bulan adlî davaların görülmesinin yanı sıra, örneğin; yaralama olaylarında suçlunun bulunarak cezalandırılması, katillerin yakalanması, öldürülen kişinin diyetinin tespiti ve alınması, vefat eden kişinin terekesinin tespit edilerek varislerine dağıtılması gibi hukuk alanında, cami ve mescitlerin imam ve hatip ve mütevelli tayini, kayyım, devirhan, müderris ataması, tekke, zâviye ve medrese gibi kurumların mütevellisinin ve diğer görevlilerinin tayini, vakıflarda zuhur eden mütevellilik anlaşmazlıklarının çözümü, sancağa atanan mutasarrıfın gelinceye kadar yerine vekilin göreve başlatılması ve bu işin takibi gibi idarî alanda, bulundukları sancak ve kazalarda zuhur eden eşkıya taifesinin takibi, yakalanması ve suçluların cezalandırılması, askerden kaçan ve mukabilinde eşkıyalık yapanları tespit ederek orduya teslim edilmesi, askeri seferler zamanında asker toplanması ve bunların isimlerinin tespiti, sefere çıkan asker için zahire temin edilmesi ve sefer için deve temini gibi askeri alanda, Avârız ve nüzül hanelerin tespit edilmesi ve bu vergilerin tahsili, imdâd-ı seferiyye ve imdâd-ı hazeriyye gibi vergilerin kaza, köy ve mahallelere taksimi ve toplanması, yine ayrıca sürsat ve beldar vergisi, arpa baha vergisi, ağnam rüsûmu gibi vergilerin tahsil edilmesi, çarşı ve pazarda satılan malların fiyatının belirlenmesi ve fahiş fiyata satılmasını engelleme, işletilmesi gereken toprak ve arazilerin timar tevcihi, tedavülde bulunan paraların kur ayarının takibi ve bunda olabilecek yolsuzlukları engelleme gibi mâlî alanda daha pek çok sayabileceğimiz hususta görev ve sorumlulukları olmuştur.

Kadıların maaşları rütbelerine ve görev yaptıkları yerlere göre değişiklik arz ediyordu. Kasaba kadılıkları, sınıflarına göre 45 akçe ile 150 akçe arasında gündelikleri farklılık gösteren kadılar tarafından idare ediliyorlardı. Sancak ve eyalet merkezi olan şehirlerdeki kadılıklar ise mevleviyet sureti ile tevcih ediliyordu. Mevleviyet de iki çeşit olup, 300 akçeli sancak ve bazı eyalet merkezleri, 500 akçeli önemli vilayetlerin kadılıkları idi.

Kadılar yevmiyelerinin haricinde kurulan her mahkemede taraflardan ve devlete toplanan vergilerden kâtibiyye, muhzıriyye, harc-ı mahkeme, harc-ı bâb, hüddâmiye, çukadara hizmet adı altında, sicillerde de pek çok geçtiği gibi ücretler tahsis etmişlerdir. Bu toplanan paralar mahkemede vazife yapan katip, muhzır, çukadar, hademe gibi görevlilere maaş olarak veriliyordu. Örneğin, yıllara göre farklılık arz ederek kâtibiyye ücreti 5 ile 15 guruş, muhzıriyye 2 ile 10 guruş, hüddâmiye 5 ile 25 guruş, harc-ı mahkeme 25 ile 355 guruş olmuştur.

Yukarıda saydığımız resmî masrafların haricinde, bazı kadılar oluyordu ki mahkemeye gelen davacı ve davalılardan hüccet-i şer‛iyye, mürâsale akçesi, (yüksek miktarda) mahkeme harcı adı altında fazladan ve haksız yere paralar talep ediliyordu. Nitekim böyle yollara tavassut eden Uluborlu kadısı İsmail Efendi’nin derhal muhakeme edilmesi ve yapılan haksızlık ve zulmün giderilmesi Anadolu valisinin buyruldusu ile emredilmiştir. Neticede yapılan muhakemede, alınan akçelerin geriye iadesi sağlanmıştır.

Osmanlı Devleti'nde kadılık 1839 Gülhane Fermanı'nın kabulu ile yavaş yavaş tarih sahnesinde yerini nizami mahkemelere bırakmaya başlamış ve nihayetinde 1924 yılında kabul edilen 169 sayılı Mehakimi Şer'iyenin İlgasına ve Mehakim Teşkilatına Ait Ahkamı Muaddil Kanun ile tamamen kaldırılmıştır.

Osmanlılarda Kadılar Belediye başkanlığı yaparlar. Sözleşmeleri onaylar. Merkezden gelen emirleri duyurur. Görevliler hakkında rapor düzenlerler.

Kadılık rütbelerinin her birisi derecelerine gore akçe hesabıyla maaşları şu şekile tespit edilmiştir:

Rütbe-i ûla: 10000 Rütbe-i sâlise: 6000 Rütbe-i çelebi: 3500 Karib-i ûlâ: 9000 Rütbe-i inebahtı: 5000 Rütbe-i çinad: 3000 Rütbe-i saniye: 8000 Rütbe-i Eğri: 4000


Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Kad%C4%B1
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:31 pm

Makedonya'da Türk Varlığı

20. yüzyılın hemen başında kaybettiğimiz Makedonya topraklarında asırlardır yerleşmiş olan Türk-İslam varlığı, tüm asimilasyon politikalarına rağmen günümüzde dimdik ayakta durmaktadır.

20. yüzyılın sonlarına kadar Yugoslavya'ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Makedonya, 1990 yılında bağımsızlığını kazandı. Ancak Yunanistan'ın karşı çıkması üzerine, resmi anlamda bağımsız bir devlet statüsünde olması için adının Birleşmiş Milletler tarafından tescil edilmesi 3 yıl zaman aldı. Makedonya denilen coğrafya, bugün üzerinde Makedonya Cumhuriyeti'nin kurulu bulunduğu coğrafya ile sınırlı değildir. Tarihî Makedonya topraklarının 34.177 km2'lik parçası bugün Yunanistan sınırları içindedir. Bu topraklarda 2 milyonu aşkın Makedon yaşamaktadır.

Makedonya'da, resmi rakam larda Türk nüfusu 80 bin civarında gösterilmesine karşılık, Türk topluluğu önderleri bu rakamın 150-200 bin dolayında olduğunu belirtiyor. Ülke halkının çoğunluğu Hıristiyan olmakla birlikte Makedonya'da çok sayıda Müslüman ve küçük bir Yahudi cemaati bulunuyor.

Bir Osmanlı Şehri: Üsküp

Makedonca "Skopiye" denilen Üsküp, Makedonya Cumhuriyeti'nin başkentidir. Vardar nehrinin kıyısında bulunan kentin nüfusu 500 binin üzerindedir. Ancak Bosna-Hersek'ten sonra Kosova'da meydana gelen kargaşa sırasında şehre, çok büyük miktarda göç eden oldu.

Üsküp'ün Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altına girmesi 1389 I. Kosova Savaşı iledir. Bu tarihten itibaren bir sancak merkezi yapılan Üsküp, Fatih Sultan Mehmet tarafından Rumeli Beylerbeyliği'ne bağlı eyalet merkezi oldu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli bir yönetim ve ticaret merkeziydi. Osmanlı dönemine ilişkin birçok tarihi eser bulunduran Üsküp, özellikle 1963'te 2 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan büyük depremde bu eserlerin bir bölümünü yitirdi.

1912'de başlayan Birinci Balkan Savaşı'nda Sırpların eline geçen Üsküp, o tarihten itibaren Osmanlı Devleti egemenliğinden çıktı. 1915'te Bulgarlar tarafından Sırplardan alınan Üsküp, Birinci Dünya Savaşı sonlarında, Fransız birlikleri tarafından Bulgarlardan alınarak Fransızların eline geçti. İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar ve Bulgarlar tarafından işgal edilen şehir, 1944'de Partizanlar tarafından geri alınarak Yugoslavya bütünlüğü içindeki yerini aldı.

Makedonya'nın başkenti olan Üsküp, Yugoslavya Federasyonu döneminde tarihteki önemini koruyamadığı için varlığını mütevazi bir şehir olarak bugünlere kadar getirdi.

Yakın Türkiye Tarihinde Önemli Bir Şehir: Manastır

Makedonyalıların bugün "Bitola" diye isimlendirdiği kente Osmanlı İmparatorluğu döneminde, çevresindeki manastır kalıntılarından ötürü "Manastır" adı verildi.

Manastır'ın Osmanlı Devleti'nin topraklarına katılması, Sultan I. Murat döneminde oldu. 1378'de Kara Timur Paşa tarafından ele geçirilen şehir, Rumeli eyaletine bağlı bir sancak merkezi yapıldı. Balkanların dağlık bölgelerine yapılan seferlerde, müstahkem bir üs olarak kullanıldı. Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra, Makedonya'yı oluşturan üç vilayetten (Vilayet-i Selase) birisi olan Manastır, aynı zamanda Üçüncü Ordu'nun da merkezi yapıldı.

Üçüncü Ordu'nun merkezinin Manastır'a alınmasıyla birlikte, şehre birçok okul yaptırıldı. 1882'de yatılı okula dönüştürülen Manastır Askerî İdadîsi de aynı dönemde açıldı. Mustafa Kemal'in 1895'ten itibaren okuduğu Manastır Askerî İdadîsi Osmanlı Devleti'nde önemli roller üstlenecek yöneticileri yetiştirdi.

20'inci yüzyılın başlarında dönemin en modern şehirlerinden birisi haline gelen Manastır, 33 yıl Osmanlı Devleti'ni yöneten Padişah II. Abdülhamit'e karşı oluşan muhalefet hareketinin askerî kanadının toplandığı yerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yayın organı Neyyir-i Hakikat Gazetesi de burada yayınlandı. 1908'deki II. Meşrutiyet ilanına yol açan gelişmeler de burada başladı. Birinci Balkan Savaşı sırasında 18 Kasım 1912'de Sırpların eline geçen şehir, 10 Ağustos 1913'te Bükreş'te imzalanan anlaşmayla resmen Sırbistan'a bırakıldı.

Manastır'da, Osmanlı'dan günümüze kadar ulaşan eserlerin başında; saat kulesi, 16'ıncı yüzyılda yapılan Yeni Cami, İshakiye Camii, Manastır Bedesteni, tarihî Postahane ve Manastır Askerî İdadisi binası bulunuyor. Diğer taraftan bugün müze olarak kullanılan Manastır Askeri İdadisi binasında, bir de "****** Anı Odası" açılmış durumdadır. Bina girişindeki tabelada; "Çağdaş Türkiye'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ****** 1898 yılında Askerî İdadi'yi bu binada bitirdi" ibaresi yer alıyor.

Ohri'de Yüzyıllar Süren Osmanlı Hakimiyeti

Ohri, Makedonya'nın Arnavutluk sınırında bulunan ve kendisiyle aynı ismi taşıyan gölün kıyısında kuruludur. 26.400 nüfusa sahip olan şehir, antik Liknidos şehrinin yerinde kuruldu. 9'uncu yüzyılda rahip Clemens ve Naum tarafından Hıristiyanlık merkezi haline getirilen şehir, 997'den 1018'e kadar Patriklik Merkezi olarak kullanıldı. Bu tarihten 1767'ye kadar bağımsız başpiskoposluk olarak varlığını sürdürdü.

Ohri, Sultan I. Murat döneminde, 1385 yılında Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından Osmanlı Devleti topraklarına katıldı. Manastır vilayetine bağlı bir sancak merkezi yapılan Ohri, Arnavutluk içlerine düzenlenen saldırılar için üs olarak kullanıldı. Balkanların tarihsel sürecini aynen yaşayan Ohri, Birinci Balkan Savaşı sırasında Sırp ve Karadağ askerleri tarafından ele geçirildi. 1913'teki Londra Anlaşması'yla da Sırbistan'ın egemenliğine bırakıldı.

Uzun süre Türk hakimiyetinde bulunan Ohri'de, Osmanlı döneminden kalan bazı eserler halen ayaktadır. Bunlardan bazıları; Haydar Paşa Camii, Kuloğlu Camii, Hacı Hamza Camii, Halvetî Tekkesi, Ali Paşa Camii, Hacı Turgut Camii ve restore edilmiş bir hamam.

Nüfusunun çoğunluğunu Müslüman Arnavutların oluşturduğu Ohri ve çevresindeki köylerde halen çok sayıda Türk yaşıyor. Kentteki Türkler son derece duru bir Türkçe konuşmaktalar.


kaynak : Dış Politika, Kültür ve Tarihte ARAŞTIRMA (Aylık Dergi
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:31 pm

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Eb7wvd
Makedonya, Manastır, Makedonya'lı bir aile, 20. yüzyıl başları.

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 121zyf4
Makedonya, Üsküp 1913.

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 14o88p5
Makedonya, Manastır 1912.

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 35l6oac
MAKEDONYALI KADINLAR

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 9uvt3t
Makedonya, Manastır, Osmanlı İmparatorluğu.
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:32 pm

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Dpcoqv
makedonya

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. El46kw
manastır köylü kadınlar.
BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 2qa398x
makedonya

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 339rh52
makedonya üsküp'lü türkler


BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 2gv6lax
makedonyalı köylü kadınlar.


BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. 10cp5s0
makedonyalı köylü

KAYNAK:www.ebay.com
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:32 pm

TANZİMAT’TAN İTİBAREN OSMANLI DA ÖĞRETMEN YETİŞTİRME


1838’lerde ortaya çıkıp çoğalmaya başlayan Rüşdiye'lerin iyi bir öğretim yapabilmeleri yetişmiş öğretmenlerin varlığına bağlı idi.
Bu da ancak medrese dışında yanlızca bu iş için açılacak meslek yüksek okulları ile sağlanabilirdi. O zamanki yöneticiler haklı olarak böyle düşünüyorlardı.
Mekatib-i Umumiye nezaretinin başına getirilen, sonra bir kaç kez Maarif Nazırlığı yapan Kemal Efendi öncülüğü ile ilk kez bir öğretmen okulu “Darülmuallimin-i Rüşdi” adıyla, 16 Mart 1848’de İstanbul Fatih’te açıldı.
Ne var ki bu okulun medresenin ve medreselilerin etkisinden uzak kalması mümkün değildi. Takvim-i Vekayi’nin;yerinin uygunluğu nedeniyle, Fatih’in seçildiğini yazması, aslında okulun kaçınılmaz olarak medrese gölgesinde kurulduğunu gösterir.

Darülmuallimin-i Rüşdi öğretim süresi 3 yıldı. İlk mezunlarından biri de Selim Sabit Efendi’dir. Bu okulda okutulan dersler: Arabî, Farisi, Riyaziyat, Tarih, Coğrafya, Yazı, Türkçe İnşa gibi derslerdi.

Fakat programda önemli bir meslek dersi görülmüyordu.

Rüşdiyeler, orta öğretimde kurulan, öğrenci doğasına ve dünya işlerine önem ve değer veren ilk kuruluşlardır.

1846’da “Mekatib-i Umumiye Nazırlığı” kurulduktan sonra rüşdiyeler tedricen çoğalmaya başlamışlardır. Bu okullara öğretmen yetiştirmek ihtiyaç haline gelmiştir.

Aradan 15–20 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra da, Maarif-i Umumiye Nezareti’ne bağlanan ve “sıbyan mektebi” adı verilen ilkokullar çoğaltılmaya başlandı. Bu da ilkokul öğretmenine olan ihtiyacı artırdı. Bunun üzerine ilkokul öğretmeni yetiştirmek için, İstanbul’da 1868’de yine ilk kez “Darülmualliman-i Sıbyan” (ilköğretim okulu) açıldı. Bundan sonra eski “Darülmuallimin”, “Darülmuallimin-i Rüşdi olarak adlandırıldı.

Bu sırada 1869’da Saffet Paşa’nın Nazırlığı zamanında, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi,bugünkü anlamda Genel Eğitim yasası yayımlandı. Bu yasanın yayımlanması, öğretmen yetiştirmede önemli bir adım olmuştur. Nizamnamenin 52. maddesine göre İstanbul’da üç şubeli bir öğretmen okulu açılacaktır. 1. şube, Rüşdiye'ye, 2. şube, İptidai'ye, 3. şube de Sultani’lere öğretmen yetiştirecekti. Rüşdiye şubesi iki kısma ayıracaktı, 1. kısım, Müslüman olanlara, 2. kısım, Müslüman olmayanlara öğretmen yetiştirecekti. (madde 53)

Yine bu yasaya göre, İstanbul’da bir Darülmuallimat (kız öğretmen okulu) açılacaktı.(1870)

Yine bu yasanın 63. maddesine göre, öğretmen okulundan mezun olanlar, bir okula yapılacak öğretmen atamalarında, öncelikli olacaklardı. Bu, öğretmen okulu açılmasından sonra, öğretmenliğin ülkede ayrı bir meslek olarak, ilk kez resmen tanınması demekti.

1869 tarihli “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”nde yer alan üç bölümlü öğretmen okulları ile ilgili hükümler gerçekleşmedi. Ayrı ayrı öğretmen okulları açılmaya devam edildi: fakat 3 yıl sonra 1880’de kapandı. Bu sırada İdadi kısmı kaldırıldı.

1875’te askeri okullara sivil öğretmen yetiştirmek için “Menşe-i Muallim” adlı bir kurum açıldı. 1875’ten itibaren Rumeli ve Anadolu’daki illerde, İstanbul Öğretmen Okulu örnek alınarak, öğretmen okulları açılmaya başlanmıştır: Edirne, Selanik, Kosova, Ankara, Kastamonu, Bursa, Halep, Musul, Kudüs…

Usul-ü Cedid Hareketi:


Özellikle, ilköğretimde ders ve araç gereç ve yöntemleri konusunda yenileşmeler, öğretmenlerin geleneksel yöntemleri bırakıp yeni öğretim yöntemleri uygulaması demektir.

Selim Sabit Efendi’nin usul-ü cedid hareketinde önemli bir yeri vardır.

1881’de, öğretmen yetiştiren bir kurum olarak açılan “Darülameliyat” açılmıştır. Fakat bu bir “öğretmen okulu” olmaktan çok, bir hizmet içi eğitim merkezi gibi çalışıyordu. Hem ilkokula öğretmen yetiştiriyor, hem de usul-ü cedid (yeni yöntem) yöntemlerini öğretiyordu.

1891 yılında, 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ndeki hükümlere dönüş yapılarak İstanbul’da yeniden 3 bölümlü bir “Öğretmen Okulu” açılmıştır.

2. Meşrutiyet’e kadar öğretmenlik yasal hükme rağmen, tam bir meslek haline gelememişti. Meşrutiyet dönemi Satı Bey’in (öğretmen okulu müdürü)çabaları ile öğretmenlik mesleğinin saygınlığı artmıştır.

1913 yılında çıkarılan “Tedrisat-i İptidaiye Kanunu Muvakkati’nde (geçici ilköğretim yasası) her il merkezine yatılı bir ilköğretim okulu ve gerekli görülen yerlere birer yatılı kız öğretmen okulu açılması öngörüldü.

Daha sonraları, harpler dolayısı ile, bu düşüncelerin ve yasaların üzerinde fazla duran olmadı. Fakat öğretmen yetiştirme işi, uzun yıllar Devletin çözüm bekleyen bir sorunu olarak kaldı.


KAYNAK: http://www.elveda-rumeli.com/images/smilies/emot87.gif[/img]ttp://kaynastirma.blogcu.com/page2
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:34 pm

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kadınların Eğitimi

Dr. Şefika KURNAZ
Hacettepe Ün. ****** İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü



Osmanlı döneminde kadınlar, sadece sıbyan mekteblerinden yararlanabilmekte, daha fazla bir eğitime ihtiyaç duyulmamaktaydı. İdareci ve aydın kesimden kimselerin kızları, ailelerinin desteği ile özel dersler alabilmekteydi.

Tanzimat'la birlikte Batı'nın her konudaki etkisi, eğitim alanında da kendini göstermiştir. Fransa'nın Duruy Kanunu (1867)'ndan yararlanılarak hazırlanan 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi (1) ile kızlar için öğretmen okulu açılması ve rüşdiye sayısının artırılması kararlaştırılmış, (2) kadınların sağlığı düşünülerek ebe mektebi açılmıştı. Devlet eliyle gerçekleştirilen bu düzenlemelerle kadınların kültürel bakımdan geliştirilmesine çalışılmıştır.

II. Abdülhamid zamanında bu okulların sayısı hızla artırılmıştır. Kız Öğretmen Okulu bir tane kalmışsa da, kız rüşdiyelerinin taşraya da götürülmesiyle sayıları üç katına ulaşmıştır. Buna ek olarak, kızları üretime katmak amacıyla sanayi mektebi açılması da gerçekleşmiştir.

Ancak, Meşrutiyet döneminde, bu okulların kalitesinin çok düşük olduğu tartışılmış ve kalitenin yükseltilmesine çalışılmıştır. Meşrutiyet aydınları, kadının eğitimini savunmaktadır. Onların tartıştığı konu, bu eğitimin hangi amaçla, nereye kadar ve hangi programla verilmesi gerektiğidir. İslâmcılar, ev hanımlarına yönelik, iyi çocuk yetiştirebilecek anneler için liseye kadar eğitime taraftar iken, Batıcılar ve Türkçüler, kadının sosyal hayata girmesini kolaylaştıracak sınırsız bir eğitimden yanadırlar. Onlar, kadına yüksek öğrenimin kapılarının da açılmasını savunurlar. Bu tartışmalar, konuya hükümetin de sıcak yaklaşması sayesinde olumlu sonuç vermiş, kadınlara yüksek öğrenim yanında birçok alanda eğitim imkânları sağlanmıştır (3).

Osmanlı döneminde kadınların eğitimi alanındaki gelişmeleri, "ilk ve orta dereceli okullar, meslekî eğitim, yüksek öğretim ve kadınların eğitim alanında istihdamı" başlıkları altında inceleyelim.

İLK VE ORTA DERECELİ OKULLAR

İbtidaiyeler


Osmanlı devleti, ilk öğretimin önemini çok önceden farketmiş, konu ile ilgili çeşitli yasalar çıkarılmıştır.1845, 1847 yıllarında alınan kararlarla sıbyan mektepleri dört yıl olarak belirlenmiş, yetersiz kişilere hocalık yaptırılmaması kararlaştırılmıştı. Ancak bu kararlar da, daha sonra alınan 1857, 1863 ve 1864 tarihli kararlar gibi parasızlık va hocasızlık yüzünden uygulanamamıştır.

Sıbyan mektepleri konusunda en önemli teşebbüs 1869 tarihli Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi'dir. Bu nizamnâmeye göre, sıbyan mekteplerine devam mecburiyeti erkekler için 6-10, kızlar için 7-11 yaşları olarak belirlenmiştir. Bir mahalle veya köyde iki sıbyan mektebi varsa bunlardan birisi kızlara ayrılacaktır. Yoksa, yeni bir mektep açılıncaya kadar kızlar da erkeklerin gittiği sıbyan mektebine gidecek, fakat erkeklerden ayrı bir sırada oturacaklardır (4).

Nizamnâmeye göre, hoca maaşları dahil olmak üzere okul giderleri, sırasıyla vakıflardan, fitre ve kurban derilerinden; bunlar yeterli değilse, mahalle veya köy halkı tarafından karşılanacaktı (5). Bu uygulama ile okul yönetimi halka verilmekte, bu da, çocuklarını pek okutmak istemeyen veliler üzerinde olumsuz etki yapmaktaydı.

İlk öğretim mecburiyeti 1869 Nizamnâmesi'nden sonra ilk defa olarak Kanun-ı Esâsi (1876)'de anayasa maddesi olarak yer almıştır. Böylece, kız ve erkek öğrenciler için eşit öğretim hukuken mümkün kılınmıştır (6).

II. Abdülhamid devrinde sıbyan mekteplerinin yerini ibtidâi mektepleri almıştır. 1906-1907 yıllarına ulaşıldığında, ülke çapındaki okul sayılarına baktığımızda resmi ve özel toplam 4659 erkek ibtidâisi, 349 kız ibtidâisi, 5073 karma ibtidâi olduğunu görmekteyiz (7).

Meşrutiyet dönemine gelindiğinde bu sayı 1913-1914 yıllarına ait istatistiklerde şu şekilde karşımıza çıkmaktadır (: 4609 erkek, 587 kız, 3977 karma olmak üzere toplam 9173 ibtidâi mektebi.

Rakamlara baktığımızda Meşrutiyet döneminde karma ve erkek ibtidâi mekteplerinin sayısında azalma olurken, kız ibtidâilerinde % 50'ye yakın bir artış olduğunu görmekteyiz. Bu artışta, Meşrutiyet yönetiminin kızların eğitimine önem vermesi rol oynamıştır. Okul sayılarının genel toplamında görülen azalma ise, bazı okulların savaşlarda kaybedilen topraklarda kalması ve savaş sebebiyle bazı okulların kapanmış olması ile açıklanabilir.

Okul sayılarında görülen bu artış yanında kalitenin de aynı şekilde arttığını söylemek pek mümkün değildir. Sir Fry'ın 1909 tarihli raporuna göre okullar bina, araç-gereç ve öğretmen bakımından çok yetersizdir. Öğrencilerin çoğunun ders kitabı bile bulunmamaktadır. Öğretmenler kalacak yerden mahrumdurlar (9). Hatta, bir araştırmaya göre bu okulların ancak % 37.7'si eğitime müsaittir (10).

İbtidâi mekteplerinin bu perişan hali sık sık eleştiri konusu olmuştur. Kadınların eğitiminde kalitenin ve sayının yükseltilebilmesi için yüksek okullar açılmazdan önce ibtidâi mekteplerinin durumunun düzeltilmesine ihtiyaç olduğu belirtilmiştir (11).

Daha önce olduğu gibi Meşrutiyet döneminde de özel ibtidâi mekteplerine izin verilmekteydi. Bunun için, kurallara uymak ve vergisini vermek, Maarif Nizamnâmesi'nin özel mekteplerle ilgili 129. maddesine uyulması gerekmekteydi (12).

Rüşdiyeler

Kızlara orta öğretim imkânı ilk kez Tanzimat döneminde sağlanmıştır. İlk kız rüşdiyesi 6 Ocak 1859 tarihinde İstanbul'un Sultan Ahmet semtinde açılmıştır (13).

1869 Nizamnâmesi kız rüşdiyeleri ile ilgili olarak bazı esaslar getirmiştir. Buna göre büyük şehirlerde hane sayısının 500'ü aşması halinde, dinî nüfus göz önüne alınarak, müslüman veya hıristiyan rüşdiyeleri açılabilecektir. Öğretmenler kadın olacak, öğretmen açığı olduğu takdirde yaşlı ve bilgili erkek hocalardan yararlanılabilecektir (14).

Kız rüşdiyelerinin İstanbul dışına götürülmesi kararlaştırılmışsa da, bu uygulama II. Abdülhamid devrine kadar gerçekleştirilememiştir (15).

Kız okullarının ders programlarında din bilgisi, ahlâk, nâfi'a bilgisi, osmanlıca, hesap, sülüs ve rık'a, arapça, farsça, imlâ, tarih, coğrafya, hıyâtet (terzilik) ve nakış gibi dersler bulunmaktaydı.

İlk kız rüşdiyesinin açıldığı 1859 tarihinde İstanbul'da 13 erkek rüşdiyesi vardı. İlk erkek rüşdiyesi 1874'de, yani 12 yıl önce açılmıştı. Erkek rüşdiyelerindeki öğretmen sayısı 1-6 arasında değişirken, ilk açılan kız rüşdiyesinin öğretim kadrosunda 2'si erkek, 1'i nakış hocası hanım olmak üzere toplam 3 öğretmen bulunmaktaydı (16).

Kız rüşdiyelerinde kadınların yöneticilik yaptıklarına dair ilk kayıt 1871-72 tarihlerine aittir. Bu tarihte Fatma Hanım'ın Beşiktaş İnas Rüşdiye Mektebi'nin müdiresi olduğunu görmekteyiz (17).

Kız rüşdiyelerinde nakış dersi dışındaki derslere giren hanım hocalara ilk kez 1873 tarihinde rastlamaktayız (18). Dârülmuallimât'ın ilk mezunları olan bu hanımlar, aynı zamanda eğitim tarihimizde resmî okuldan yetişerek görev alan ilk hanım öğretmenlerdir. 1893-1908 tarihleri arasında ise, kız rüşdiyelerinde hiç erkek öğretmen bulunmadığı görülmektedir (19).

İstanbul dışındaki şehirlerde kız rüşdiyeleri açıldığına dair elimizde bulunan en eski bilgi 1883-1884 tarihlerine aittir (20). Bu tarihte Selanik, Bursa, Kastamonu ve Beyrut'ta kız rüşdiyeleri bulunmaktadır. Aynı yıllarda İstanbul dışındaki vilayetlerde toplam 385 erkek rüşdiyesinin olması, aradaki farkın ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. 1887-1888 yılında 11'i İstanbul'da, 20'si diğer şehirlerde olmak üzere toplam 31 kız rüşdiyesi vardı. Erkek rüşdiye sayısı ise, 20'si İstanbul'da olmak üzere toplam 435 idi (21).

Hemen Meşrutiyet öncesinde, 1906-1907 yıllarında, resmî ve özel kız ve erkek rüşdiyelerinin sayılarında şöyle bir tablo bulunmaktaydı (22): İstanbul'da 16 kız, 25 erkek, 16 karma; İstanbul dışında 69 kız, 380 erkek ve 9 karma rüşdiye.

Bu bilgilere bakıldığında, 25 karma rüşdiyenin (Erzurum'da bulunan 1'inin dışında) tamamının özel rüşdiyeler olduğu görülmektedir. Bu da, bize karma eğitim konusunda halkın devletten önde gittiğini düşündürmektedir.

Rüşdiye sayısının artışında II. Abdülhamid dönemi eğitim politikasının rolünü ihmal etmemek gerekir. Bu döneme gelinceye kadar, İstanbul'da sadece 9 kız rüşdiyesi varken, II. Abdülhamid'in 33 yıllık yönetiminde bu sayı 76 yeni okul açılarak 85'e yükseltilmiştir.

Bu gelişmeleri değerlendirirken, Tanzimat döneminde açılmış bulunan Dârülmuallimât'ın olumlu katkısını da göz önünde bulundurmalıdır. Bu okulun mezunları sayesinde hanım öğretmenlerin sayısı artmış, buna paralel olarak kız rüşdiyelerindeki öğrenci sayısında da artışlar meydana gelmiştir. Kız rüşdiyelerine gösterilen bu talep, yeni okulların açılmasında da etkili olmuştur.

Meşrutiyet dönemi için, inas rüşdiyelerinin tarihî gelişimi konusunda, devlet kayıtlarında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Yalnız, 1918 yılında ülkede toplam 116 inas rüşdiyesi olduğunu bilmekteyiz (23). 1906-1907 yıllarında toplam 85 kız rüşdiyesi bulunduğuna göre, bu dönemde 31 yeni okul açılmıştır. Bunların ne kadarının devlet desteği ile, ne kadarının halk desteği ile açıldığına dair bilgiye sahip değiliz. Ancak, bunlardan bazılarının halk desteği ile açıldığını düşündüren bilgi kırıntıları bulunmaktadır. Meselâ, İzmir Karşıyaka halkı mahallelerinde açılacak inas rüşdiyesi için belli bir parayı karşılamayı taahhüt ederek, geri kalanın hükümetçe karşılanmasını talep etmiştir (24).

İnas rüşdiyelerinin eleştirilen bir yönü ders programları idi. Edhem Nejad, kız ve erkek rüşdiyelerinin ders programlarının aynı olmasından şikayetçidir. Ona göre, bir kızın yabancı dil bilmesi, iyi tablo yapması, müzikten, matematikten anlaması çok gerekli değildir. Bu okullarda yetişen kızlar çocuğun eğitimi, beslenmesi ve ihtiyaçlarını iyi bilmeli, eşini memnun edebilmeli, devlete iyi evlat yetiştirebilmeliydi. Oysa bu okullarda verilen bilgiler, mezun olan kızların hayatlarında işlerine yaramamaktadır. Ailede bu bilgiler kullanılamamaktadır. Kızlar, yine ailelerinden gördükleri gibi, geleneksel yöntemlerle annelik ve zevcelik yapmaktadır. Maarif, bu durumun düzeltilmesi için tedbir almalı, kız rüşdiyelerine şu dersleri koymalıdır: Din bilgisi, osmanlıca, çocuk büyütme ve terbiyesi, sağlık bilgisi, ev idaresi, yemek pişirme, beden eğitimi, hesap, tarih, coğrafya, tıp bilgisi, resim, dikiş dikme ve tamir etme ve yamama, nakış, ütü yapma, -taşra kızları veya belki İstanbul kızları için de - bahçıvanlık ve ziraat işleri.

Edhem Nejat, kız rüşdiyelerinin kısaca iyi bir anne, eş ve ev kadını yetiştirmeyi amaç olarak seçmesinden yanadır. Mevcut programların, mezun kızların hayatta işlerine yarayacak şekilde değiştirilmesini istemektedir. Hatta, bunun için, inas rüşdiyelerine öğretmen yetiştiren dârülmuallimâtın programlarının da yeniden düzenlenmesi gereğini dile getirmektedir (25).
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:34 pm

KADINLARIN EĞİTİM ALANINDA İSTİHDAMI

Osmanlı toplumunda Türk kadını devlet memurluğuna ilk kez öğretmen olarak girmiştir. 1870'de açılan Dârülmuallimât'ın mezunları, 1873'de öğretmen olarak göreve başlamışlardır. 1881'den itibaren de Dârülmuallimât'ta bizzat yönetici olarak görev almışlardır (154).

Tanzimat'la başlayan bu hareket Meşrutiyet döneminde gelişerek devam etmiş, hatta Nakiye, Nezihe Muhiddin, Sadiye Hatice gibi hanımlar Maarif Nezâreti tarafından okullara müfettiş olarak atanmıştır (155). Halide Edip 1917'de Beyrut'ta, Şam'da kız okulları açmak üzere müfettiş olarak görevlendirilmişti (156). Zînetullah Nûşirevan'ın ifadesiyle, o "Kumandan Paşa'nın teşvik ve himayesiyle Suriye'ye Türk ve Arap kardeş kavimlerin fikir ve terbiyede birlikteliğine çalışacaktır. Artık Türk kadını erkekler tarafından bile başlanmamış bir işe başlıyordu." (157) Savaş yıllarında İngiliz dışişlerine bağlı istihbarat dairesinde çalışan Toynbee'nin raporuna göre, İttihatçılar Arap vilayetlerinde Fransız ve Amerikan kurumlarının zararlı propagandalarını önlemek için Halide Edib'i bölgeye yollamışlardı. Böylece, eğitim aracılığıyla güçlü bir mahallî "psikolojik bariyer" oluşturulması amaçlanmaktaydı.

Hanımlar, bu dönemde ayrıca yüksek öğretimde yönetici olarak da görev almışlardır. Zekiye ve Zehra Hanımlar 1917'de İnâs Dârülfünûnu'nda müdür muavini olarak çalışmaktaydı (158).

Eğitim alanında doruk noktasına ulaşan hanımlar ancak kız okullarında görev yapabilmekteydi. Erkek ilkokullarında kadın öğretmenlerin görev yapabilmeleri ancak 17 Mart 1918'de alınan kararla mümkün olabilmiştir (159).

*

Yukarıda verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı üzere, Tanzimat dönemi kadınlara resmî eğitim verilmesinin başlangıcı olmuştur. Bu eğitim, öncelikle kültürel ve meslekî alanlarda uygulamaya konmuştur. Rüşdiyelerde başlatılan kültürel eğitim, idâdilerle sürdürülmek istenmişse de, bu okula olan ilgisizlik yüzünden başarılamamıştır. Rüşdiyelerin devamını sağlamak için kız öğretmen okulu açılmasına ihtiyaç duyulmuş, böylece hanımlara yeni bir meslek sahası da sağlanmıştır. Belki de bu yüzden Türk kadınının resmî olarak çalışma hayatına ilk girişi eğitim alanında olmuştur denilebilir. Ebe mektebinden mezun olanların da çalışma hayatına girdiğini biliyoruz; ancak bunların resmen istihdam edildiğine dair bir bilgiye sahip değiliz. Kadınlarınküçük sanayi müesseselerinde çalışmaya başlamaları da, bu dönemdeki sanat mekteblerinin bir sonucu olarak kabul edilebilir.

Tanzimat döneminde kadının eğitimi konusunda başlatılan olumlu faaliyetlerin meyveleri daha çok Meşrutiyet döneminde alınmıştır. Meslekî ve kültürel alanda yoğunlaşan eğitim neticesinde belli bir kültür seviyesine ulaşan kadınlar, millî meselelerde aktif rol aldıkları gibi, gazete ve dergiler vasıtasıyla basın hayatında; bir takım dernekler vasıtasıyla da sosyal hayatta söz sahibi olmaya çalışmışlardır.

Meşrutiyet döneminde kızlar için eğitim en çok tartışılan konulardan biri olmuştur. Dönemin başında büyük hayallerle işe başlanmış, kız okullarının Avrupa standartlarına yükseltilmesi istenmiş, ancak başarılı olunamamıştır. Bu dönemde eğitimdeki en önemli olay, kızlara yüksek öğretim imkânının sağlanmış olmasıdır. Bu yıllarda Batı'daki bir çok ülkede kızlara bu hakkın henüz sağlanmamış olması, konunun önemini daha da artırmaktadır.

Bu eğitim, kadının sosyal ve kültürel hayattaki faaliyetlerini hızlandırmasına yardımcı olacaktır. Bu dönemde kız okulları arasında ilişkiler başlar. Meselâ, Dârülmuallimât son sınıf öğrencileri, haftada bir gün inas sultanilerinden biriyle anlaşarak ilmî, sosyal ve eğitimle ilgili sohbetler düzenlerler. Bu da, onların birbirini tanıyarak fikrî ve ilmî bakımdan yükselmelerine yardımcı olur (160).

Yine ilk defa bu dönemde Avrupa'ya kız öğrenci gönderilir. 1922 yılına gelindiğinde İsveçre'de 2, Almanya'da 1 Türk kızının tahsillerini tamamlamak üzere olduklarını biliyoruz (161).

Bu dönemde eğitim gören kadınlar Jöntürklere sempati duyuyor, onları destekliyordu (162). Aynı zamanda millî duygularla yetiştiklerinden Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet döneminde önemli hizmetler yapmışlardır. Bilhassa Milli Mücadele'de etkili konuşmalar yaparak milleti harekete geçirmişlerdir. Dârülfünûn öğrencisi Şükûfe Nihâl ve Saime (Asker Saime) gibi hanımlar buna örnek gösterilebilir (163).


Kaynak: http://www.os-ar.com/modules.php?nam...=501265&page=2
Kaynak:www.dizifilm.com
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:35 pm

II.MEŞRUTİYET'İN İLANI(1908):

Padişah: II.Abdülhamit

İlanında Etkili Olan Grup: İttihat ve Terakki

14 Şubat 1878'de Sultan Abdülhamit'in meclisi kapatmasıyla şahsi idare dönemi başlamış ve 1908 yılına kadar 30 yıl sürmüştür. Bu dönem içinde Sultan Abdülhamit'e karşı olanlar, meşrutiyeti yeniden ilan etmek amacıyla bir takım cemiyetler kurmuşlardır. Bu cemiyetler içinde en önemlisi İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ'dir.Selanik'te İttihat ve Terakki yanlısı subayların ayaklanması sonucu II.Abdülhamit meşrutiyeti tekrar ilan etmiştir. (1908) II. Meşrutiyetin ilanı sorunları çözmeye yetmedi. İçte ve dışta yeni sorunlar çıktı. Bu dönemde kurulan siyasi partilerin mevcudiyeti partizan çekişmeleri yarattı.
10)- 31 MART OLAYI (13 NİSAN 1909): İstanbul'da AVCI TABURLARININ başlattığı meşrutiyet karşıtı ayaklanmadır.

31 Mart Olayının Sonuçları:

1)- Mahmut Şevket Paşa komutasındaki HAREKET ORDUSU İstanbul'a gelerek ayaklanmayı bastırmıştır.

(M.Kemal bu orduda Kolağasıdır.)

2)- II.Abdülhamit tahttan indirilmiştir.Yerine V.Mehmet Reşat padişahlığa getirilmiştir.

3)- Kanun-i Esasinin bazı maddeleri değiştirilmiştir.

NOT: II.Abdülhamit'in tahttan indirilmesiyle Osmanlı Devleti Yönetiminde İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİ başlamış,bu dönem 1918'de imzalanan Mondros ateşkes Antlaşmasına kadar sürmüştür.Bu geçen 9 yıl içinde Osmanlı Devleti Trablusgarp, Balkan ve I.Dünya Savaşlarını yaşamış ve çok ağır yenilgiler almıştır.

Mustafa Kemal'in isminin geçtiği ilk olaydır.

http://www.sosyaldersleri.com/tarih/osma...anli44.htm
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:35 pm

31 Mart İsyanı

31 Mart İsyanı (-Vakası, -Ayaklanması) II. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'da yönetime karşı girişilen büyük bir ayaklanma. Rumi takvimle 31 Mart 1325'te (13 Nisan 1909) çıktığı için bu adla anılmıştır.

Meşrutiyetçi hareketin en güçlü kanadı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarı tam olarak geçiremeyerek dolaylı bir denetim kurması, politik istikrarsızlığa yol açmış, halk arasında da yaygın çalkantılar doğurmuştu. Bu koşullar bütün muhalefet gruplarının kısa sürede İttihat ve Terakki'ye karşı birleşmelerine zemin hazırladı. Politik istikrarsızlık ve çatışmalar, İttihat ve Terakki'ye muhalefet eden tanınmış gazetecilerin öldürülmesiyle daha da şiddetlendi.

Derviş Vahdeti'nin yayımladığı ve yer yer Prens Sabaheddin'in ademimerkeziyetçi görüşlerine de yer veren Volkan Gazetesi, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin yayın organı durumuna geldikten sonra özellikle din adamları ve İttihat ve Terakki'nin uygulamalarından zarar gören alaylı subaylar üzerinde etkili oldu.

12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükümet üyeleri tek tek istifa etti.

Adliye Nâziri Nâzım Paşa İttihatçı Ahmet Rıza Bey sanılarak isyancılar tarafından linç edildi. Aynı şekilde mebus Emir Şekib Arslan Bey de gazeteci Hüseyin Cahid sanılıp öldürüldü. Tahsilsiz ve alaylı olan askerlere halk arasından cahil ayak takımından hamallar ve bazı dindar kimseler de din elden gidiyor propagadalarının etkisiyle katılmıştı.[1]

Ayaklanma Heyet-i Mebusan üzerinde de etkili oldu. O gün İttihat ve Terakki üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için meclise gitmediler. Bazıları İstanbul'dan uzaklaşırken, bazıları da kent içinde gizlendi. Bu arada ayaklanmacılar İttihatçı subaylarla mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı. Hükümetin ve meclisin etkisiz kalmasıyla, II. Abdülhamid yeniden duruma egemen oldu. Ayaklanmayı başlatan muhalefet ise, herhangi bir programdan yoksun olduğundan önderliği elde edemedi.

İstanbul'da denetimi elinden kaçıran İttihat ve Terakki asıl güç merkezi olan Selanik'teki 3. Ordu'yu harekete geçirdi. Böylece ayaklanmayı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu.Ayaklanmacılar 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular. Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun girişiminin meşruluğunu onaylamışlardı.

Ayaklanmaın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve ayaklanmacıların önderleri Divan-ı Harp'te yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın 27 Nisan'da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed'in geçirilmesini kararlaştırmasıydı.Ayrıca II. Abdülhamid'in İstanbul'da kalması da sakıncalı bulunarak Selanik'te oturması uygun görüldü. Divanıharp II. Abdülhamid'i yargılamak istediyse de, yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti bunu kabul etmedi.

1912'ye kadar Selanik'te ikamet eden Abdülhamit daha sonra Beylerbeyi Sarayı'na getirilecek ve 1918'deki ölümüne kadar burada hayatını sürdürecekti.

Kaynak :http://tr.wikipedia.org/wiki/31_Mart_Olay%C4%B1
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:35 pm

Büyük İskender veya III. Aleksander, Makedonyalı İskender olarak da bilinir (22 Temmuz M.Ö. 356, Pella, Makedonya - 13 Haziran M.Ö. 323, Babil), M.Ö. 336-323 yılları arasında Makedonya kralı ve tarihteki en büyük komutanlardan biri. Makedonya kralı II. Filip’in oğludur.
Pers İmparatorluğu’nu yıkarak Yunanistan’dan Hindistan’a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuş, Eski Yunan uygarlığının Doğu’ya yayılmasında etkili olmuş ve efsanevi bir kahramana dönüşmüştür.
II. Philippos ile Epeiros (Epir) kralı Neoptolemos’un kızı Olympias’ın oğlu olan İskender, 13-16 yaşlarında Aristoteles’ten aldığı derslerin etkisiyle felsefe, tıp ve bilime ilgi duydu. Babası II. Philippos’un Byzantion’a ( İstanbul) saldırdığı M.Ö. 340‘ta Makedonya’yı yönetti ve bir Trak kabilesini yendi, iki yıl sonra II.Philippos’un Yunanlılara karşı kazandığı Khaironeia Çarpışması’nda ordunun sol kanadına komuta etti.
II. Philippos’un öldürülmesinin (M.Ö. 336) ardından komutanlarca kral ilan edildi. Öncelikle bütün olası hasım ve rakiplerini öldürttü. Babasının sağlığında Asya seferini gerçekleştirmek üzere oluşturulan, Korinthos’taki Helen Birliği synhedrion’da (meclis) bu birliğin hegemon’u ve başkomutanı seçildi. Delphoi üzerinden Makedonya’ya dönerken M.Ö 335 ilkbaharında Trakya’ya girdi. Şipka Geçidini aşarak Triballileri (Triballoi) ezdikten sonra Tuna’nın öbür yakasına geçerek Getaları dağıttı. Ardından batıya dönerek Makedonya’yı istila etmiş olan Hyrialıları yendi. Bu sırada öldüğüne ilişkin söylentiler üzerine Atina’da ayaklanma patlak verdi. Bu ayaklanmanın ardında hem yeni Pers kralı III. Dareios’ un mali desteği, hem de Demosthenes’in çabaları yatıyordu. Askerlerini günde 30 km gibi o çağa göre çok yüksek bir hızla ilerleterek Yunanistan’a giren İskender, tapınaklar ve şair Pindaros’un evi dışında bütün Thebai’yi yerle bir etti. Yaklaşık 6 bin kişinin öldürüldüğü, sağ kalanların köle olarak satıldığı bu sindirme hareketi sonunda bütün Yunan Devletleri Makedonya üstünlüğüne boyun eğdi.


Alexsin ismini aldığı büyük iskender 3 ALEXSANDER


debdebe.org
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:35 pm

11/3/2008 - Makedonya'da Türk Varlığı
Kategori: Tarih
Makedonya'da Türk Varlığı


20. yüzyılın sonlarına kadar Yugoslavya'ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Makedonya, 1990 yılında bağımsızlığını kazandı. Ancak Yunanistan'ın karşı çıkması üzerine, resmi anlamda bağımsız bir devlet statüsünde olması için adının Birleşmiş Milletler tarafından tescil edilmesi 3 yıl zaman aldı. Makedonya denilen coğrafya, bugün üzerinde Makedonya Cumhuriyeti'nin kurulu bulunduğu coğrafya ile sınırlı değildir. Tarihî Makedonya topraklarının 34.177 km2'lik parçası bugün Yunanistan sınırları içindedir. Bu topraklarda 2 milyonu aşkın Makedon yaşamaktadır.

Makedonya'da, resmi rakam larda Türk nüfusu 80 bin civarında gösterilmesine karşılık, Türk topluluğu önderleri bu rakamın 150-200 bin dolayında olduğunu belirtiyor. Ülke halkının çoğunluğu Hıristiyan olmakla birlikte Makedonya'da çok sayıda Müslüman ve küçük bir Yahudi cemaati bulunuyor.

Bir Osmanlı Şehri: Üsküp

Makedonca "Skopiye" denilen Üsküp, Makedonya Cumhuriyeti'nin başkentidir. Vardar nehrinin kıyısında bulunan kentin nüfusu 500 binin üzerindedir. Ancak Bosna-Hersek'ten sonra Kosova'da meydana gelen kargaşa sırasında şehre, çok büyük miktarda göç eden oldu.

Üsküp'ün Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altına girmesi 1389 I. Kosova Savaşı iledir. Bu tarihten itibaren bir sancak merkezi yapılan Üsküp, Fatih Sultan Mehmet tarafından Rumeli Beylerbeyliği'ne bağlı eyalet merkezi oldu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli bir yönetim ve ticaret merkeziydi. Osmanlı dönemine ilişkin birçok tarihi eser bulunduran Üsküp, özellikle 1963'te 2 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan büyük depremde bu eserlerin bir bölümünü yitirdi.

1912'de başlayan Birinci Balkan Savaşı'nda Sırpların eline geçen Üsküp, o tarihten itibaren Osmanlı Devleti egemenliğinden çıktı. 1915'te Bulgarlar tarafından Sırplardan alınan Üsküp, Birinci Dünya Savaşı sonlarında, Fransız birlikleri tarafından Bulgarlardan alınarak Fransızların eline geçti. İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar ve Bulgarlar tarafından işgal edilen şehir, 1944'de Partizanlar tarafından geri alınarak Yugoslavya bütünlüğü içindeki yerini aldı.

Makedonya'nın başkenti olan Üsküp, Yugoslavya Federasyonu döneminde tarihteki önemini koruyamadığı için varlığını mütevazi bir şehir olarak bugünlere kadar getirdi.

Yakın Türkiye Tarihinde Önemli Bir Şehir: Manastır

Makedonyalıların bugün "Bitola" diye isimlendirdiği kente Osmanlı İmparatorluğu döneminde, çevresindeki manastır kalıntılarından ötürü "Manastır" adı verildi.

Manastır'ın Osmanlı Devleti'nin topraklarına katılması, Sultan I. Murat döneminde oldu. 1378'de Kara Timur Paşa tarafından ele geçirilen şehir, Rumeli eyaletine bağlı bir sancak merkezi yapıldı. Balkanların dağlık bölgelerine yapılan seferlerde, müstahkem bir üs olarak kullanıldı. Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra, Makedonya'yı oluşturan üç vilayetten (Vilayet-i Selase) birisi olan Manastır, aynı zamanda Üçüncü Ordu'nun da merkezi yapıldı.

Üçüncü Ordu'nun merkezinin Manastır'a alınmasıyla birlikte, şehre birçok okul yaptırıldı. 1882'de yatılı okula dönüştürülen Manastır Askerî İdadîsi de aynı dönemde açıldı. Mustafa Kemal'in 1895'ten itibaren okuduğu Manastır Askerî İdadîsi Osmanlı Devleti'nde önemli roller üstlenecek yöneticileri yetiştirdi.

20'inci yüzyılın başlarında dönemin en modern şehirlerinden birisi haline gelen Manastır, 33 yıl Osmanlı Devleti'ni yöneten Padişah II. Abdülhamit'e karşı oluşan muhalefet hareketinin askerî kanadının toplandığı yerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yayın organı Neyyir-i Hakikat Gazetesi de burada yayınlandı. 1908'deki II. Meşrutiyet ilanına yol açan gelişmeler de burada başladı. Birinci Balkan Savaşı sırasında 18 Kasım 1912'de Sırpların eline geçen şehir, 10 Ağustos 1913'te Bükreş'te imzalanan anlaşmayla resmen Sırbistan'a bırakıldı.

Manastır'da, Osmanlı'dan günümüze kadar ulaşan eserlerin başında; saat kulesi, 16'ıncı yüzyılda yapılan Yeni Cami, İshakiye Camii, Manastır Bedesteni, tarihî Postahane ve Manastır Askerî İdadisi binası bulunuyor. Diğer taraftan bugün müze olarak kullanılan Manastır Askeri İdadisi binasında, bir de "****** Anı Odası" açılmış durumdadır. Bina girişindeki tabelada; "Çağdaş Türkiye'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ****** 1898 yılında Askerî İdadi'yi bu binada bitirdi" ibaresi yer alıyor.

Ohri'de Yüzyıllar Süren Osmanlı Hakimiyeti

Ohri, Makedonya'nın Arnavutluk sınırında bulunan ve kendisiyle aynı ismi taşıyan gölün kıyısında kuruludur. 26.400 nüfusa sahip olan şehir, antik Liknidos şehrinin yerinde kuruldu. 9'uncu yüzyılda rahip Clemens ve Naum tarafından Hıristiyanlık merkezi haline getirilen şehir, 997'den 1018'e kadar Patriklik Merkezi olarak kullanıldı. Bu tarihten 1767'ye kadar bağımsız başpiskoposluk olarak varlığını sürdürdü.

Ohri, Sultan I. Murat döneminde, 1385 yılında Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından Osmanlı Devleti topraklarına katıldı. Manastır vilayetine bağlı bir sancak merkezi yapılan Ohri, Arnavutluk içlerine düzenlenen saldırılar için üs olarak kullanıldı. Balkanların tarihsel sürecini aynen yaşayan Ohri, Birinci Balkan Savaşı sırasında Sırp ve Karadağ askerleri tarafından ele geçirildi. 1913'teki Londra Anlaşması'yla da Sırbistan'ın egemenliğine bırakıldı.

Uzun süre Türk hakimiyetinde bulunan Ohri'de, Osmanlı döneminden kalan bazı eserler halen ayaktadır. Bunlardan bazıları; Haydar Paşa Camii, Kuloğlu Camii, Hacı Hamza Camii, Halvetî Tekkesi, Ali Paşa Camii, Hacı Turgut Camii ve restore edilmiş bir hamam.

Nüfusunun çoğunluğunu Müslüman Arnavutların oluşturduğu Ohri ve çevresindeki köylerde halen çok sayıda Türk yaşıyor. Kentteki Türkler son derece duru bir Türkçe konuşmaktalar.

Kaynak

11/3/2008 - Makedonya'da Türk Varlığı
Kategori: Tarih
http://mukarrebin.blogcu.com/makedonya-d...10771.html
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

BiLgiLeR Ve BeLgeLeR.. Empty Geri: BiLgiLeR Ve BeLgeLeR..

Mesaj tarafından GeM-VaMus C.tesi Tem. 04, 2009 9:36 pm

RESNELİ NİYAZİ (1873 - 1913)
Yazar Balkan Gazetesi
Friday, 08 August 2008


Bazı tarihçiler tarafından Arnavut kökenli olduğu belirtilen, Lakabı “Hürriyet Kahramanı” olan Ahmet Niyazi Bey 1873 yılında, bu gün Makedonya sınırları içinde bulunan, MANASTIR şehri yakınlarındaki RESNE Kasabasında doğdu. RESNE'de doğduğu için RESNELİ NİYAZİ olarak, anılmaktadır.


Manastır Askeri Lisesinden sonra, İstanbul'da Harp Okulunu bitirdi. 1896 yılında Harp Okulunu bitirdiğinde 24 yaşındaydı. Cesur ve Vatan sevgisi ile dolu bir askerdi. Adını, ilk defa 1897 yılında yapılan Türk – Yunan Savaşında duyurdu. Teğmen rütbesi ile katıldığı bu savaşta büyük başarılar gösterdi. Bu başarısı, bir kaç yıl sonra Harp Okulunda öğrencilere örnek olarak anlatılacaktır. 1903 yılında Harp Okulu Askeri Coğrafya Öğretmenlerinden Yarbay Muhittin Bey öğrencilerine “1897 Türk – Yunan savaşında Beşpınar kalesinin düşürülmesinde, elinde kılıcı askerin önünde aslanlar gibi ilerleyip büyük kahramanlıklar gösteren ve tek başına savaşın kazanılmasında etkisi olan Resneli Teğmen Niyazi'nin “ harekatını çoşku ile anlatmıştır. Bu savaşta Niyazi Bey önemli sayıda yunan askerini esir aldı. Esir aldığı yunanlı asker sayısı, kendi birliğinin
5-6 katı kadardı.Gösterdiği olağanüstü başarılar nedeniyle, sekiz aylık Teğmenken, Üstteğmen'liğe terfi ettirildi.
İstanbul'dan gelen bir talimatla, esir aldığı yunan askerleriyle birlikte İstanbul'a gönderildi. Padişah 2. Abdulhamit'in huzuruna çıkar. Burada bazı kabul edilemeyecek olayları gördükten sonra, Padişah'ın yeni rütbe tekliflerini reddederek, Resneye geri döner.
Düşüncelerini çevresindekilere şöyle açıklamıştır. “İlk görev aldığım 21. alayın 4. taburunda benden daha önce gelen Leskovikli Teğmen Kamil'in önerisiyle gerçekleri yavaş yavaş kavrayabiliyordum. Askerleğin en üst komutanından en alt komutanına kadar olan birbirine bağlanışında (emir-komuta zincirinde) boşlukları görüyor, daha doğrusu bu çalışmanın yasalar dışı yetkisiz kişilere verilmesinden doğan düzensizlikleri görebiliyordum. Askerlik kademelerini hak etmeden aşarak yüksek yerlere ulaşan ve buralarda bulunmuş olan general ve üst subaylardan bir kısmının uşaklıktan, damatlıktan, evlatlıktan, casusluktan yetişme, haksız yere orayı ele geçirmiş, devletten para almak için, daha doğrusu kapmak ve çalmak için çalışıp yaşayan bir takım şakşakçılardan ibaret olduğunu anlıyordum.” (Rahmi Apaktmişlik Bir Subayın Anıları, s.31-32)


“...Beşpınar savaşında bölüğümle tutsak ettiğim, Yunanlıları İstanbul'a götürmekle görevlendirilmiştim. Görevimi bitirip İstanbul'dan döndükter sonra ülkemin inkilaba olan ihtiyacını daha iyi anlamış oluyordum.Önce yolun üstünde Manastır'a varışımda, buradaki komutanlar ve üst subayların bu görevimden faydalanarak oğullarını yakınlarını kayırmak, hazineden bir şeyler koparmak kaygısında olduklarını gördüm. Selanik'teki koskoca Müşir (Mareşal), bile bundan faydalanmaya koşmaktan geri kalmıyordu.
Ulusun avuç dolusu parasını alan büyükleri, gördüm ki, ulus ve devletin çıkarından çok kendilerini düşünmekteydiler. Saray çevresine sığınanlardan alay alay kordonlular savaş başlayıp başarı belirtileri göründükten ve hatta sonra bile gönüllü adıyla rütbe ve maaşlarını arttırmak için akın akın savaş alanına koşuyorlardı. Savaşın bütün yükünü omuzlarında taşıyanlara karşı gizli bir çekişme başlamış, rütbe ve nişan yağmasında ön safa geçmişlerdi...
Özellikle saray çevresinde Harp Okulu'ndan çıkmış subaylara karşı gösterilen güvensizlik ve davranış beni çok üzmüştü... Padişaha takdim edildiğimizde üstteğmenliğe yükseltildiğim bildirilmiş, on altın padişah ödülü almıştım. Oysa müşir Kazım Paşa'nın benimye birlikte gelen ve tutsaklıkları alıp orada burada kendini gösteren onüç yaşındaki oğlu, iki yüz lira ödül ve iki derece terfi suretiyle değerlendirildi ve yaverliğe alındı...
Bu olaylar karşısında devletin kendi kendini düzeltemeyeceğini anlıyor ve inkılaba olan zorunluluğu düşünüyordum... Savaş bitmeden önce komutanlardan ve Kurmay Subaylardan Ordu ve yönetiminde yenileşme ile ilgili teklifler istendi. Sonradan bunların da uydurma manevralar olduğu ortaya çıktı. Böylece devlet bünyesinde batıya dönük atılımlar yapmak isteyenlerin avlanması için bir tuzak kurulmuştu. Bu tuzağa düşen aydın kişiler birer birer yok oldular. Devlet yönetimi gibi ordu da eskisinden daha kötü duruma geldi.” (Resneli Niyazi Bey'in Anıları, s.31-32)
Niyazi Bey İstanbul'dan Resne'ye geri döndükten sonra, 1904 – 1908 yılları arasında , Makedonya dağlarında isyancı Komitalarla savaştı. Bu yıllarda ülkenin kurtuluşu için ne yapılabilirdi, hep bunları düşündü. Komitacılarla yaptığı savaşlarda sayısız başarılar elde etti.
İttihat ve Terakki Cemiyeti hareketinin en sıcak döneminde, Cemiyet içinde önemli bir yere sahip olan Mizancı Murat Bey ve arkadaşlarının Abdulhamit tarafına dönmesi, genç askerler ve cemiyet üzerinde şok etkisi yaratmıştı.
Ülkede yapılan haksızlık ve adaletsizlikler üzerine; 3 Temmuz 1908'de Resne Kasabası kumandanı olan Kolağası (Kıdemli yüzbaşı) Resneli Niyazi Bey 160 kişilik birliği ile OHRİ yakınlarındaki dağa çıktı. Bu haber Osmanlı İmparatorluğunda bomba etkisi yarattı. 3 Temmuz 1908 günü akşama doğru Yıldız sarayına gelen bir telgrafla, olay Padişah II. Abdulhamit'e bildirildi. Padişah başhabercisine; “Canım telaşlanma”, “Belkide eşkiya takibine çıkmıştır” demiştir.
II. Abdulhamit'in dediği gibi o yıllarda Makedonya, büyük çoğunluğu rum ve Bulgar olan acımasız çetelerle kaynıyordu. Kara yorgi ve benzeri çeteler, köyleri kentleri basarak çoluk, çocuk, ihtiyar, kadın önüne kim çıkarsa vahşice öldürüyor yakıp,yıkıyorlardı.Bu çetelerin arkasında o günkü büyük devletler vardı. Kısa bir süre sonra,Padişah'ın iyimser düşüncesi sona erdi ve gerçek anlaşıldı. Niyazi Bey'in niyeti “Padişah'ı Meşrutiyet'i ilan etmeye zorlamaktı”.Meşrutiyet ilan edilmeden, dağdan inmeyecekti.
Niyazi Bey dağa çıkarken, kışla cephaneliğinden adam başı iki Tüfek, bol cephane ve ihtiyaçlarını karşılamak maksadı ile kışla kasasından 550 altın lira almış, hırsızlık olmasın diye, bu aldıklarını bir gün devlete ödeyeceğine dair imzalı bir makbuz bırakmıştır.
Niyazi Bey ve adamlarının üstüne zaman zaman küçük birlikler gönderildi. Ancak bu birlikler başarılı olamadı. Bu başarıları Niyazi Bey'in destekçi sayısını arttırdı. Kısa bir süre sonra, kendisine katılan insan sayısı binleri geçti.
Gün geçtikçe güçlenen Niyazi Bey, Saray'a durmadan Telgraflar gönderiyor ve Padişah'ı Meşrutiyet'in ilanına zorluyordu. Üzerine gönderilen bütün kuvvetler tek tek emrine girmeye başyayınca, Saray daha büyük bir birlik gönderme kararı aldı. Bu birlikte Niyazi Bey'in emrine girince, Padişah telaşlandı, ülkenin yönetimi yavaş yavaş İttihat ve Terakki Cemiyetinin eline geçiyordu. Niyazi Bey OHRİ dağlarına çıktıktan sonra, yanına kendiliğinden gelen yabani bir geyiği evcilleştirdi. Niyazi Bey “Onu bana Allah gönderdi” dedi. Geyik o günden sonra yanından hiç ayrılmaz oldu. Hayvana “Rehber-i Hürriyet”adını vermişti. Bu gelişmeler sonucunda Makedonya'da yenilmez bir güç olan Niyazi Bey “Vatan Fedaisi” ve “Ohri Milli Taburu Kumandanı” ilan edilmiştir.
Olayları takiben Kolağası Enver Bey ve birkaç küçük rutbeli subayda Niyazi Bey'in yanına dağa çıktılar. Padişah buradaki huzursuzluğu bastırmak için başyaveri Şemsi Paşa'yı Makedonya'ya gönderdi. Paşa 7 Temmuz günü Saray'a (günlük raporlarını) telgraf çektikten sonra, Manastır postanesinden çıkarken Mülazım Atıf (Kamçıl) tarafından vuruldu. Abdülhamit son çare olarak vurulan Şemsi Paşa'nın yerine Müşir (mareşal) Tatar Osman Paşa'yı bu işler için görevlendirdi. O da dağdaki Kolağası Eyüp Sabri Bey ve adamları tarafından kaçırıldı. Saray'da panik başlamıştı.
Padişah Niyazi Bey'i yanına çekmek için 22 Temmuz'da Alman yanlısı Avlonyalı Ferit Paşa'nın yerine, ingiliz taraftarı olarak bilinen Sait Paşa'yı Sadrazamlığa getirdi. Sait Paşa 7. kez Sadrazam oluyordu. Bu girişimde işe yaramadı. Yönetim İttihat ve Terakki Cemiyetinin eline geçmek üzereydi. Ertesi gün 23 Temmuz 1908'de İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Manastır Şube Başkanı olan Miralay Sadık Bey ve arkadaşları, Top atışlarıyla Meşrutiyet'i ilan etti. Öncülüğü kaptırmak istemeyen Cemiyet'in Selanik Şubesi de, (Enver bey aracılığı ile) kutlama topları attırdı.
Abdülhamit'in teslim olmaktan başka çaresi kalmamıştı. 23 Temmuz'u 24 Temmuz'a bağlayan gece tüm Osmanlı topraklarında Padişah Meşrutiyet'i ilan ettikten sonra yetkilerinin çok önemli bir bölümünü hükümete devretmeyi kabul etti. Osmanlı topraklarında “Yaşasın Meşrutiyet ve Hürriyet” sloganları atılıyordu. Güçbirliği yapan Niyazi Bey ve Enver Bey aynı gün dağlardan inip İstanbul'a geldiler.
Ortada Padişah, solunda Niyazi Bey, sağında Anver Bey ve Niyazi Bey'in yanında getirdiği geyiği “Rehber-i Hürriyet”in fotoğrafları çekilerek onbinlerce basıldı.
Basılan bu Kartpostallar Osmanlı İmparatorluğunda Satış Rekorları kıracaktı. Bu dönemde Niyazi Bey'i onurlandırmak için, adı bir savaş gemisine verildi.
Meşrutiyetin ilanından sonra,İttihat ve Terakki Cemiyetinin adamları, ülkenin dört bir yanına hakim oldular. Meşrutiyet ile ilgili sayısız Marş, Türkü ve Şarkı yazıldı.
Niyazi Bey bu dönemde kendisine verilen hiç bir rütbeyi kabul etmedi. Sezsiz – sedasız Manastır'a döndü. Makedonya'da hizmetlerine devam etti. Yaklaşık bir yıl sonra, İstanbul'da başlayan 31 Mart Ayaklanmasını bastırmak için, Mustafa Kemal Paşa'nın Kurmay Başkanlığını yaptığı Harekat Ordusuyla 1909 Nisan ayında İstanbul'a, tekrar geldi.
İstanbul'a giren Harekat Ordusunun ön sıralarında yer aldı. Başındaki Şapkasında “VATAN FEDAİSİ” yazmaktaydı.
27 Nisan 1909'da Abdulhamit tahttan indirildi ve V.Reşat Padişah yapıldı.
Çekilen hatıra fotoğrafında, solda Niyazi Bey, Ortada Padişah, sağında Enver Bey ve “Rehber-i Hürriyet” adlı geyik yer almıştı. Bu kartpostal da ülkede kapış kapış satılacaktı. “Rehber-i Hürriyet” adlı geyik o günlerde İstanbul'un maskotu olmuştu. V. Reşad'ın Padişah olmasından sonra Kolağası Enver Bey, hızla Genarelliğe kısa bir süre sonrada Mareşalliğe terfi etti. Buradaki mevki ve rütbe kavgalarını gören Niyazi Bey, yine niç bir Rütbe ve Makam istemeden Makedonya'ya geri döndü. Niyazi Bey hiç bir zaman Makam ve Rütbe peşinde koşmayan ender insanlardandı.
Balkan savaşlarına katılan Niyazi Bey, bu savaşlarda kahramanca savaşmış, başarıları tekrar ülke içinde yankılanmıştır. Balkan Savaşları sonucunda, Memleketi olan Makedonya kaybedilince, İstanbul'a gitmek ister.
17 Nisan 1913'te Arnavutluk'un Avlonya Limanında İstanbul'a gidecek gemiyi beklerken, koruması tarafından vurularak öldürüldü. Son nefesini verirken, ağzından tek bir sözcük çıktı. “NEDEN”?
Niyazi Bey öldürüldüğünde 40 yaşındaydı. Vuruluş nedeni tam olarak bilinmemektedir. Bazı söylentiler olmasına rağmen öldürülüş nedeni, Sır olarak kalmıştır.
Niyazi Bey'in Resne'deki Konağı, günümüzde ziyaretçiler tarafından gezilmektedir.


Yazarın Notu : 2000 yılının Temmuz Ayında Makedonya'nın Resne Kasabasında yaptığım Araştırma Gezileri sırasında,Niyazi Bey'in Konağını ve Ohri yakınlarında çıktığı Dağları gezerken bir Araştırmacı – Yazar olarak çok duygulanmıştım.

Mustafa Serbest
GeM-VaMus
GeM-VaMus
Site Admini
Site Admini

Mesaj Sayısı : 683
Rep Gücü : 1143
Kayıt tarihi : 09/06/09

http://tolgahan-berrak.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz